18.07.2009

"Reptile - 爬行動物 - זוחל - рептилия - sürüngen"

Dinazoradamlar (dinosauroids), kertenkeleadamlar (lizardmen), Draconialılar ve Saurialılar gibi ifadeler de kullanılmaktadır. Sürüngen insanımsılar, doğaüstü güçlere sahip ve zekaca çok gelişmiş sürüngen-insan karışımı varlıklardır. Mitolojide, bilim kurguda ve okült çevrelerde geçen bir kavramdır. Bu teorilerden bazılarına göre Alpha Draconia adı verilen bir yıldız sisteminden gelmişlerdir. Riley Martin, John Rhodes ve David Icke gibi komplo yazarlarının kitaplarında bu yaratıklardan bahsedilmektedir.
Komplo yazarı David Icke, dünyayı ve insanlığı kontrol altında tutan bir sürüngen insanımsılar grubundan bahsetmektedir. Hayli ileri bir iddiasına göre George Bush ve İngiliz Kraliyet ailesi bu sürüngen insanımsılar soyundandır.[1]
David Icke, 1990'dan beri, "dünyayı gerçekte kim ve ne kontrol ediyor konusunun ful – time araştırmacısı" oldu.Icke, Dünyanın "Elit" veya "Illuminati" olarak adlandırılan gizli bir grup tarafından yönetildiğini söylüyor. Gizli dünya hükümetinin, Babil Kardeşliği olarak bilinen Reptilian insansılar (sürüngen) ırkından oluştuğunu ve George W. Bush, Kraliçe Elizabeth II ve Kris Kristofferson dahil, bir çok seçkin figürün gerçekte Reptilian olduğunu yazdı.
Icke, Rothschild ailesi olarak bilinen küçük bir Yahudi grubunun da "Reptilian soyundan" olduğunu, Adolf Hitler'i finanse ettiğini ve...Nazilerin Musevi katliamını desteklediğini iddia etti. Icke, Rothschild'ların Yahudi değil, reptil (sürüngen) olduğunu belirtti.[2]
Icke, dünyayı uzaylıların yönettiğini söylüyor. Bu uzaylı sürüngen-insan melezlerinin de köklerinin Orta Doğu'da, yani Türkiye, İran ve Irak'ın bir bileşimi olan bölgedeki dağlarda yerin altında olduğunu ve oradan çoğalıp dünyayı kontrol altına aldıklarını anlatıyor. Tarihin çeşitli dönemlerinde aynı bölgeden tekrar tekrar çoğalıp yayıldıklarını söylüyor. Başka bir yazısında da bunların yerin altındaki mağaralarda yaşadıklarını söylüyordu.[3]
Gizli hükümet
Icke'nin fikirlerinin kalbinde, dünyanın Rockefellers and the Rothschilds gibi bankerler ve işadamları tarafından finanse edilen gizli bir hükümet tarafından kontrol edildiği, Nazilerin Musevi Katliamının, Oklahoma şehrinin bombalanmasının ve 11 Eylül 2001 saldırısının, onlar tarafından finanse edildiği ve organize edildiği inancı vardır. Bu bireyler dünya çapında gerçekleşen olaylar düzenliyorlar, sonra elit kesim halkın 'bir şey yapılmalı' karşılığını alıyor ve sonra kontrolü/gücü arttırıyorlar. Icke, bundan problem – reaksiyon – çözüm olarak bahsediyor.

Reptilian İnsansılar
1999'da, Icke, Gezegenin Babil Kardeşliği olarak adlandırılan Reptilian (sürüngen) insansılar ırkı tarafından kontrol edilen Yeni Dünya Düzeni tarafından yönetildiğini yazdı. Şöyle yazdı: "Benim kendi araştırmam, Reptilian kontrolünün ve manipülasyonunun başka bir boyuttan dördüncü boyutun alt bölümünden yönetildiğini öne sürüyor.
"Diğer insanlar, bunu alt astral boyut olarak bilir, kara büyü ritüelleri olan demonların ve kötü niyetli varlıkların yuvası…" Icke'ye göre, reptil melezi Reptilian – insan DNA'sı, onların eğer insan kanı içerlerse, sürüngenden insan formuna değişmelerini sağlıyor.
Reptilian grubu bir çok ünlü/seçkin insanı ve pratik olarak her dünya liderini kapsıyor.Örneğin,İngiltere'nin Ana Kraliçesi, George W. Bush, Hillary Clinton, Harold Winson, Tony Blair. Bu insanların ya kendileri Reptilian veya sürüngenler için çalışıyorlar. Rothschilds, Rockefellers, İngiliz Kraliyet ailesi ve ABD'nin ve dünyanın geri kalanının idareci politik ve ekonomik aileleri bu AYNI soydan geliyor. Züppelik nedeni ile değil, genetik yapılarının sağladığını taşımak için – Reptilian – memeli DNA kombinasyonu onların şekil değiştirmesini sağlıyor çünkü. Icke, Galler Prensesi Diana'nın öldürülmesinin nedeninin, Diana'nın, Charles ve Camilla'nın satanik bir ritüel ile kurban edilen bir çocuğa sahip olduklarını keşfetmesi olduğunu söylüyor.Ayrıca, Diana'nın sırdaşı Christine Fitzgerald'a göre, Diana'nın, İngiliz Kraliyet ailesinin sürüngenler ile bağlantıda olduğunu ve Diana'nın onların şekil değiştirdiklerini gördüğünü yazdı. Reptilian olan George W. Bush'un, 11 Eylül olayında anahtar bir rol oynadığını yazdı. Icke, ırksal ve etnik bölünmelerin sürüngenler tarafından geliştirilen bir illüzyon olduğuna ve ırkçılığın Illuminati'nin gündemini ateşlediğine inanıyor.

Tanrıların Oğulları
Sürüngen ırkı 200,000-300,000 yıl önce bir Annunnaki-insan hibridi(Adam?) olarak ortaya çıktılar. Ben eminim ki, dış dünyadan gelen ırklar ayrıca, yeryüzündeki geniş insan çeşitliğinin üretilebilmesi için insan soyu ile çiftleşti. Fakat, ben burada sürüngen gruplar üzerine odaklanıyorum, çünkü onların arzuları insanların yaşantılarını kontrol ve manipüle etmektir. Açıkçası buradan daha karanlık bir hikayeye geliriz, fakat yeteri kadar ve neler olup bittiğini göstermek için elimizde kanıt yoktur. Daha da bakınca, daha açık görüngüler şunlardır: sürüngenler Marsta yaptıklarını, burada da yapmışlardı. Türler arası çiftleme ile ana popülasyona sızmışlar ve ele geçirmişlerdi. Bu bana, onlar yeryüzüne geldiklerinde, zaten Martianların arasında sürüngen-aryan melezlerin zaten var olduğunu gösteriyordu. Annunakiler ve Martianlar veya Aryanlar için birinci temel yerleşim, milattan önce 4800'ler civarındaki Venüs afetinden sonra, Türkiye, İran ve Irak dağlarıdır. Ne zaman ki sular geri çekildi, onlar ve hibritleri buradan yeniden ortaya çıktılar. Kurak ve cansız topraklarda gelişmiş uygarlıkları(Sümer, Mısır, Babylon(İsrail) ve İndus Alley) yaratanlar onlardı. Annunaki sürüngenlerinin göründükleri önemli bir merkez de Caucasus dağlarıdır ve bu merkez de onların hikayede tekrardan ve tekrardan çıktıkları bölgeydi. Ben bu bölgede bu türlerin, çok daha önemli planlanmalara ve düzenlenmelere gittiklerini hissediyorum: muhtemelen insan-sürüngen hibrid geçiş türünü ürettikleri mekan yeraltında. Bu bölge ile ilgili bir araştırma da, insanların Rh (veya rhesus) kan grup numaraları ile ilgili. Sık sık doğumdan kısa bir süre sonra yeni doğan bebekler, mavi bir renk almaktadırlar. Bu durum “mavi kan” ve diğeri de “gerçek mavi” olarak isimlendirilen kraliyet kan bağıyla aynı orijinden olduklarını göstermektedir. Mavi kan bağının Martianlara ait oldukları ve Martianların da kendi kan bağlarıyla birlikte geldikleri yerler olduğu söylenir/speküle edilir. Beyaz insanlar, siyah ve Asyalılara göre Rh(-) negatif kan grubuna daha uzaktırlar.[4]
Problem-reaksiyon- çözüm
Problem – reaksiyon –çözüm David Icke tarafından geliştirilen bir terimdir. Icke, bunu bir kriz (problem) yaratma, bu krizi çözmek için bir eylem çağrısını (reaksiyon) bekleme, sonra eyleme geçme (çözüm) stratejisi olarak tanımlıyor,bunun arkasına gizli bir gündem, güç kazanma var. Örneğin, bir hükümet bir problem yaratır, suçu başkalarına atar; insanlar, kendi haklarını vermeye istekli olarak hükümetin yardım etmesini isteyerek reaksiyon gösterir ve hükümet krizden çok önce planlanmış olan çözümü sunar.

Örnekler David Icke'den:
İnsanların hoşuna gitmeyecek bir şey ortaya koymak istiyorsunuz. Bu, polise daha fazla güç, temel özgürlüklerin daha çok erozyona uğraması, hatta savaş bile olabilir. İnsanlara bunları açıkça önerirseniz, insanların bunlara karşı reaksiyon göstereceğini bilirsiniz. Böylece, önce bir PROBLEM yaratırsınız, suç oranını arttırırsınız, daha fazla şiddet yaratırsınız, terörist bir bomba, hükümetin çökmesi, ya da savaş çıkarmak için Saddam Hüseyin gibi Illuminati kuklalarından birini alırsınız.Birisinin bu problem için suçlanacağından emin olursunuz, bunların arkasındaki gerçek insan olan sizin suçlanmayacağınızdan emin olursunuz. Böylece, bir "avanak" yaratırsınız, Amerika'da Timothy McVeigh veya Lee Harvey Oswald için bu terim kullanılıyor. Sonra, ürettiğiniz olay ile ve kimi suçladıkları ile ilgili insanların neler düşündüklerini anlatmak için kendi medyanızı kullanırsınız. Bu bizi ikinci aşamaya getirir, insanların REAKSİYONU – "Bu devam edemez ; ONLAR bununla ilgili ne yapacaklar ?"
Bu ONLARIN, yarattıkları probleme açıkça ÇÖZÜM sunmalarını sağlar – küresel gücü veya daha fazla temel özgürlüklerin sınırlanmasının bir merkeze bağlanması gündemlerini ilerleten yeni yasalar. Bu teknik insan zihni ve duyguları üzerinde her zaman kullanılır. Bazı komplo teoristlerinin inandıkları, problem – reaksiyon – çözüm taktiğinin örneklerinden bazıları: Hitler'in gücünün boyutunu hızlandıran Reichstag Yangını (tarihçiler bunun nedenini bilmiyor), İspanya – Amerika Savasını hızlandıran USS Maine (ACR-1) in batması (nedeni bilinmiyor) ve Küba'nın işgâli için halk desteği üretmek için ABD planı olan Northwood Operasyonu. [2]
Reptilian Humaned ve Illuminati
Dünyayı kontrol etmeye çalışan ve kendi global faşist devletini sunmayı bekleyen güç, yani benim “Illuminati” adını verdiğim şebeke, eğer önceden tahmin edilemezse koskoca bir hiçtir.New York ve Washington şehirlerinde yaratılmış olan inanılmaz korku, tüm insanlığın genel zihninde, bir “Problem – Reaksiyon – Çözüm” zinciridir ve bu büyüklükte bir olayın gerçekleşmesini -geçmiş yazılarımda da okuduğunuz gibi- birkaç yıldır bekliyordum. Bir savaş veya nükleer bir terörist aracı olabileceğini düşünmüştüm, ama görevine başlama gününde de yazdığım gibi, global planın hız kazanarak öne sürüleceği Bush başkanlığı döneminde muazzam bir şeyler olacaktı.Dünyanın global merkezi faşizme hızla itilmekte olduğu süre de bile, olaylar Illuminati planının öngördüğü zaman takvimine uyacak hızda gelişmiyordu. Ve globalleşme planlarına ve özgürlüğe yaptıkları tecavüzlere karşı çıkan kesim, gün boyu artmakta. Planın birdenbire, muazzam bir sıçrayışla, gelişmesini ve sunulmasını sağlayacak “çözümler”in sunulması için, insanlığın toplu olarak zihinlerini korku, panik ve güvensizlik duygularıyla sarsacak ve dağıtacak, devasa büyüklükte etkisi olan bir şeylerin yaratılmakta ve yapılanmakta olduğu açıktı. Bu, ayinsel olarak oldukça önemli 9. ayın 11. gününde Amerika'da gördüklerimizdir – 911 Birleşik Devletler'deki acil durumlar için kullanılan numaradır. Ayinsel ve gizli kodlar, Illuminati'nin yüklendiği her şeyin altında var.Ve, bu zihni felç eden gaddarlıklar, Illuminati planının, insanoğlunun zihinsel, duygusal, ruhsal ve fiziksel kölelikleri için başlattığı dönemin sonu değil, tam tersine başlangıcıdır. Terörizm tehdidini (“kendi” terörizmleri!!), “özgür ve demokratik” dünyanın, (etki olarak) bir dünya ordusu ve dünya hükümeti oluşturması ile suçlu gördükleri güçlerin - ki gerçek suçlu güçler bu “özgür” dünyanın güçlerinden başkası değil - bulunduğu ülkelere ve ülkelerin insanlarına savaş açma hakkı olarak kullanarak, daha fazla ölüm ve yıkım yaratılacaktır. Müslüman insanlar ile olası bir savaş da son olmayacak ve esas son için bir araç olacak – yine ayni güçlerin yönettiği, geriye kalan komünizm güçleri ile bir çatışma. Unutmayın ki, Illuminati her ülke, her “terörist” grup ve bu terörizme “karşı” olan her kuruluş içerisinde işlev görmektedir. Yalnızca, her “taraf” içerisinde temsilciye sahip olarak, Illuminati oyunu kontrol edebilir ve oyunun sonucunu başlamasından evvel bilebilir. Illuminati'nin İslam dünyasında yöneticileri var, tıpkı sözde “özgür dünya”da (yakında göreceğimiz gibi) olduğu gibi. Örneğin; Saddam Hüseyin, bilinçli bir Illuminati piyonunun - baba George ve oğul George Bush gibi - her özelliğine sahiptir. (bak...kitap: and the truth shall set you free)Bu ayinci, duygusuz, sürüngen zihnin tahmin edilebilirliği, ABD felaketini takip eden haberler dünyasında çok rahat görülebilir.Bu tür durumlarda her zaman ne olduğuna bir göz atın ve göreceksiniz ki, plan hemen hemen her olayda hep aynidir. Olay gerçekleşmeden önce, başkasının cezasını çekecek, kurban edilecek avanak daima suçu üstlenmeye hazırlandırılmıştır. Böylece halkın düşünceleri ve zihni tehlikeli spekülasyonlar yaratmaktan uzaklaştırılmış ve önceden belirlenmiş bir hedefe yönlendirilmiş olur. Kennedy suikastinden sonra, bu hedef Lee Harvey Oswald idi; Oklahoma olayından sonra Timothy McVeigh; ve şimdi de karşımızda Osama Bin Laden.Bin Laden, çok fazla yanlış bir yola sevk edilmiş olabileceği gibi, bu hafta olanlardan benim sorumlu olduğum kadar sorumludur. Başkan Kennedy ölmeden de ÖNCE, nasıl Lee Harvey Oswald'ın geçmiş bilgileri açığa çıkarılmışsa, şimdi de felaketin gerçekleşmesinden hemen sonra en kesin bir düzen ve ahenk ile Bin Laden ismi tanıtılmış durumda.Elle tutulur bir şey değil de daha çok ağızla, bu adamın Afganistan dağlarından, muazzam büyüklükteki bu operasyonu gerçekleştirmiş “Dev Adam” olduğu fikri, normal zeka seviyesine sahip herkesle dalga geçmekten başka bir şey değil ve saçmalıktan ibarettir. (bak...Bin Laden ile görüşmüş gazeteci Robert Fisk'in makalesi) Burada, bir bomba paketinden veya zihni kontrol edilmiş herhangi bir fanatiğin bombalı arabasını Kudüs'teki bir restaurant içerisine sürmesinden bahsetmiyoruz. Dört ticari dev uçak ayni anda Amerikan hava boşluğunda Amerikan havaalanları üzerinden kaçırılmalı ve de yüksek derecede spesifik hedeflere 45 dakika içerisinde uçurulmalıdır. Bu nasıl olabilmişti? Çünkü içeriden yapılan bir işti, nedeni bu.. Amerika Birleşik Devletleri'nin içerisinden yönetilip yönlendirilmiş ve dünya boyunca bulunan Illuminati örümcek ağının diğer bölümleri ile birlikte A.B.D. “İstihbaratı”nın yüksek mertebeleri tarafından planlanmış bir işti.Şimdi, emrine amade zihni kontrol edilmiş servete sahip bir ordu ile, zihnin programlanması ve onu aktif hale getirecek tetiğin çekilmesi ile, Illuminati bu insanlara herhangi bir şeyi yaptırabilir. Bu uçakları kaçırıp onları binalara doğru uçurmadan sorumlu olan kişiler, bilinçli zihinlerinde, inanmaya programlanmış oldukları “neden”e inanmışlardı. Ama gerçekte, onlar bu uçakları kaçırıp uçurmuyorlardı, onların programları bunu yapıyordu. Zihin kontrolü, şimdi o kadar ileri ki, böyle bir programlama neredeyse çocuk oyuncağıdır.Tanrı aşkına, bu terör A.B.D. İstihbaratı'nın bir başarısızlığı değildi. Planı ortaya çıkarmakla yükümlü değildiler ve uçaklara silahlar sokmak, eğer sistemi kontrol edenlerden destek alıyorsan, düşünüldüğünden çok daha kolaydır. Duydum ki, bu bir başka “Pearl Harbor” olayı imiş, evet öyledir. ..And The Truth Shall Set You Free kitabında, diğer kitaplarda ve çalışmalarda okuyabilirsiniz ki Amerikan hükümeti Japonlar'ın Pearl Harbor'a saldıracağını önceden bilmekteydi, ve buna rağmen hiçbir önlem almadılar, hiçbir şey yapmadılar. Niçin ? Çünkü bunun olmasını spesifik bir neden için istiyorlardı – Başkan Roosevelt'in (Bush'lara kan bağından akraba olan) daha önce, -yalnızca seçilmek uğruna-, “Amerika bir savaşa karışmayacak” demesinin tam tersine, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'na girişini garanti altına almak için Pearl Harbor olayına gereksinim duyuyorlardı. Problem – reaksiyon – çözüm. – ve bu haftanın korkunç olaylarında da gerçekleşen aynen bu.Saldırıların kötü sonuçlarından hemen sonra, “Suçu bin Laden'e atın” kampanyası, daha önceden hazırlanmış bir plan gibi, sunuldu. Cumhuriyetçi Senatör ve Illuminati yardakçısı, Orrin Hatch, örneğin, CNN'e, FBI'dan yüksek rütbeli bir bilgi aldığını ve bin Laden'in benzeri görülmemiş saldırıların arkasında olduğunu söyledi. FBI'da yapmış olduğu kısa toplantıya dayanaraktan, Hatch “Biraz bilgim var” dedi. “FBI'dakiler, bu olanların arkasında Osama bin Laden'in bulunabileceği ve bu dehşetlerin onun imzası olabileceği sonucuna vardılar”. Tamam, daha fazla devam etmene gerek yok Orrin, mesajı aldık ve sen de görevini yaptın.Daha sonra, çok uygun bir şekilde, iki uçağın kaçırıldığı Boston havaalanı'nda bulunan şu kiralık arabanın hikayesi elimize ulaştı ki bu araba... evet... hazır olun... Kuran'ın bir kopyasını ve ticari uçakları nasıl uçuracağımızı gösteren bir kılavuz video kasetini içermekteydi!!! Periler ülkesinde miyim, harikalar diyarında mı ? Arabada, Bin Laden'den teröristlere görevlerinde şans ve başarı dileyen bir mektup bulduklarını iddia etmediklerine çok şaşırdım. Belki de bunu yarın “bulmayı” planlıyorlardır, ha? İnanılmaz bir saçmalık, tabii ki öyle, ama birçoğu buna inanacak. Ve, önümüzdeki günlerde ve haftalarda, “bin Laden bağlantısı”nın, daha birçok imal edilmiş “kanıt”larının, sistematik olarak ortaya çıkarıldığını göreceğiz.Ve işte soru: Kim faydalanıyor ? Illuminati bir dünya hükümeti ve ordusu, bir dünya para birimi ve sistemi ile merkezi global finans diktatörlüğü ve kontrolü istiyor. Mikroçiplenmiş insanlar ve sürekli, her an her türden gözaltında bulunacak bir topluluk ve medeniyet istiyor. Ve kendilerini, korkmaya inandırılıp programlanmış oldukları şeylerden kurtarabilecek yetkililere gücünü ve sorumluluğunu veren korku dolu, yumuşak başlı, boyun eğen, köle gibi itaat ve hizmet eden bir insanlık istiyor.Yeterince komik ve ilginç olaraktan, “Amerika'da gerçekleşmiş bu korkunç olaylardan kim faydalanıyor?” sorusunun yanıtı çok basit: Yukarıda sayılan isteklerini sunmak isteyen herhangi biri. 9-11 felaketi şu anlama gelir:* Illuminati, şimdi, kendi propaganda makinesinin halkı suçlu olarak görmeye inandıracağı herhangi birine misilleme yapma ve ondan intikam alma mazeretini elinde bulunduruyor. Müslüman hedeflere karşılık yapılacak saldırılar,dünya üzerinde, özellikle de Orta ve Yakın Doğu'da muazzam tesirli anlaşmazlıklar, çarpışmalar, zıtlıklar ve karışıklıklar çıkarabilecek potansiyele sahiptir ve Illuminati'nin çekebileceği olası bir tetiktir. Bu olasılığın sonrasında, çarpışmaları ve anlaşmazlıkları artırıp genişleterek, Rusya ve Çin'in de karışmasını sağlayabilecek fırsatlar sayısız olabilecek derecede fazladır. Bir Üçüncü Dünya Savaşı, Illuminati planının bir parçasıdır ve şimdi yaşadığımız olaylar, domino taşları düştükçe, bunu gerçekleştirmeye yetecek yolu açabilir.* Blair ve diğer “dünya liderleri”nden gelen “Amerika ile birleşmiş özgür dünya” deyimi, “terörizme karşı savaş”ı savaşmak için bir dünya ordusu ve polis gücü kurmak için bir araya gelmenin kodudur. Şimdiden, Bilderberg kontrolü altındaki NATO (beklemede olan dünya ordusu) bu tür bir destek için söz vermiş durumda ve toplu bilincin o kadar anlaşılabilecek bir şekilde beyni yıkanmış ki şu anda birçok insan, asılsız ve katı olarak kanıtlanmamış hedeflere karşılık yapılacak Amerikan ve NATO terörist saldırılarını, sırf terörizme karşı savaşmak adına, destekleme durumunda ve hevesindedir. Bu siyasetteki hayret verici çelişki, A.B.D. şehirlerindeki zulümleri takip eden, böğürmekte ve şiddetini artırmakta olan beyin yıkama sayesinde, kör olmuş çoğunluğun bakış açılarından kaybolacaktır.* Böylesine dikkatlice hesaplanmış bir “intikam alma ve misilleme” planı sonucunda, anlaşmazlık ve çarpışmalar artarken ve kızışırken, askeri gücün merkezileşmesi için baskı ve Amerikan ile dünya nüfusunun gücünü teslim etmeye hevesliliği ve istekliliği, Illuminati propaganda makinesinin şeytani etkisi altına girmiş her ülkeye istenilen anda saldırı ve işgal yapabilecek bir dünya ordusu yapılanıp oluşana dek hızla artacaktır.* İnsanlığın bütünsel zihni, özellikle de Amerikalı halkınki, şu anda anlaşılabilir bir şekilde derin bir travma altındadır. Bu insanlar, bütünsel bir travma-temelli zihin kontrolüne tabi tutulmuşlar ve bunun tesiri altına girmişlerdir ki herhangi bir zihin kontrol edicinin veya araştırmacısının size söyleyebileceği gibi, travma geçirmiş bir zihin, öneriye açık bir zihinle eş anlamdadır. Bu nedenle, travma sonrası atılacak olan adım, olayları istenilen modelde görüp algılamak için halkın beynini yıkayacak programlamadır.* “Yeni Dünya Düzeni”nin, yani merkezi kontrole sahip faşist global devletin, karılaştığı ve karşılaşmakta olduğu en büyük engellerden biri de, birçok Amerikan insanın sahip olduğu ruhtur. Self-determinasyon (kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi hakkı) haklarının global askeri, politik ve ekonomik kontrole verildiği gerçeğiyle yüzleştikleri anda, birçoğu buna hiddetle karşı çıkacaktı. Ülkelerinin ve sistemlerinin getirdiği bütünsel emniyet, güven ve gurur anlayışı, muazzam büyük askeri ve ekonomik güçlerinin oluşturduğu temeller üzerine kurulmuştu. Bu, aslında, John Wayne mentalitesinin bütünsel bir versiyonu – “bize bulaşmayın, bizimle uğraşmayın – burası Amerika”.. Bu mentaliteden doğan şey, bir millet ve ülke olarak kendilerine duydukları bütünsel güvendir. Ve şimdi, hep beraber gördüğümüz gibi, kendi güven anlayışları, bu güçlü kimlikleri ve tek başına ayakta durabilecek kuvvete sahip oldukları inançları, yıkılıp yok olma tehlikesi altına girmiş bulunmaktadır.* İlginç olan da, kaçırılan uçakların hedeflerinin, Amerika'nın güçlü kimliği ve güvenliğinin en büyük simgeleri olmasının –yani Pentagon; askeri kudretlerinin simgesi, ve Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kuleleri; ekonomik kudretlerinin simgesi – hiç bir şekilde tesadüf olmamasıdır. Bu, esas olarak Amerika'ya yapılmış bir saldırı değildir, Amerika'nın imajına ve hayaline yapılmış bir saldırının ta kendisidir. Ruhlarını ve inançlarını kır, “Amerikalı” olma ayrıcalıklı anlayışlarını kır,; Amerika'nın kendine olan güvenini kır; onları muazzam bir korku ve esaslı bir güvensizliğin içine bırak; ve Amerika'nın Illuminati global ve merkezi diktatörlüğü altına girmesine izin vermeyecek en büyük ve belirgin engeli aşmışsın demektir. Şimdi, bu bahsettiğimiz Amerikan ruhu, güçlü kimliğinin ve güvenliğinin sarsılması ile daha da fazla zedelenmiştir – tıpkı geçmişte Oklahoma olayında ve okullardaki silahlı saldırılarda olduğu gibi -. Ama, buna ek olarak da, her şey çarpıcı olarak artacaktır. Bu noktada, Amerikalıların bu oyunların bir kuklası olmayı reddetmeleri ve terörizmi kınayan yetkililerin ayni terörizmden sorumlu olduklarını fark etmeleri yaşamsaldır.* Amerika'yı 1996'da ilk kez ziyaret ettiğimde, “Özgürlük Ülkesi”nin gerçekte nasıl kontrol altında bir topluluk olduğunu gördüğümde (hâlâ daha Kanada kadar kötü değil) sersemlemiştim. Şimdi, bu trajedinin arkasından, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkeler, işgal ve saldırı tesiri altında gözaltında tutulabilecek kaleler olma yolunda emin adımlarla ilerlerken, Amerikan insanının ağzından “Biri Bizi Gözetliyor” toplumunun hızlı genişlemesine karşılık tek bir aksi söz çıkmayacağı kesinlik kazanmıştır. Problem – Reaksiyon – Çözüm... “Teröristleri durdurmak” için insanların mikroçiplenmesi kampanyasının sunulmasını ilerleyen zamanda dikkatle izleyin lütfen.* Bir ekonomik felaket, Illuminati'yi ve planını açığa çıkarıp üzerinde araştırma yapanlar tarafından, çok önceden tahmin edilmişti. Tek para birimine ve global ekonominin merkezi kontrolüne karşı çıkanlar engelini aşmak için, Illuminati'nin ihtiyacı olan şey şu anki sistemi yok edecek büyük bir küresel ekonomik çöküntü yaratmak ve çöküntünün üstesinden gelmek için tek yolun merkezi global kontrolden geçtiği düzmecesini insanlara kabul ettirmektir. Problem – Reaksiyon – Çözüm... Bu, saldırıların neden Amerika'nın ekonomik sisteminin kalbinde patlak verdiğinin bir başka sebebi ve göstergesidir – ve bu, ayni zamanda, niçin katliamdan günler önce global ekonomik durgunluğun dünya medyasında sıvalandığını açıklamaktadır. Şimdi, böyle bir çöküntüyü dilediklerince yaratmak için ellerinde bomboş bir kağıda sahiptirler ve yakında global ekonomik kuruluşların “ekonomik krize bir yanıt bulmak ve çare düzenlemek” için biraraya geldiklerini göreceğiz. Aslında, ülkelerin G7 toplantıları bu işlemi çoktan başlatmıştır.Bu, yukarıda sayılanlar, New York ve Washington şehirlerindeki ölüm ve yıkımın, Illuminati planına sağladığı avantajlardan sadece bir kaçıdır – ki üstüne basa basa vurguluyorum, bu Amerikan felaketi, A.B.D. sınırları içerisindeki güçler tarafından bizzat düzenlenmiştir. Bu felaketlerden sorumlular ve onların kişilikleri, insan olmayan varlıklar tarafından sahiplenilmiştir ve birçok insanın bir ineğin ölümüne ve kesilip acı çekmesine duyduğu saygı ve acıma duygusu, bu sorumluların insan hayatına duyduğu saygı ve acıma duygusu ile eşdeğerdedir. Sürüngen zihni, gelişmemiş bir duygusal seviyeye sahiptir ve bundan dolayı da ne kadar korku ve ahlâksızlık içine batarsa batsın, bu durumun sürüngen zihninde hiç bir duygusal karşılığı yoktur. Bunun örneklerini görebilmek için, yalnızca, bu kadar muazzam acılarla dolu görüntüler sonrasında, duygusuz, belli başlı hareketlere dayalı, önceden yazılmış konuşmaları yapan George W. Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair'i izlemek yeterlidir. Ayni klasmana, Prenses Diana'nın cinayetinden sonra ekranlara yansıyan İngiltere Kraliçesi de girmektedir. Reagan, en azından profesyonel bir aktördü. Bush ve Blair bir okul müsamelesinde bile yer alamaz.Acaba George W. Bush bu yok edici katliamların o gün gerçekleşeceğini biliyor muydu? Ne sanıyorsunuz ?? Peki ya Tony Blair? Ne sanıyorsunuz ?? Fakat, buna rağmen, onlar da, çok daha kuvvetli güçler tarafından kontrol edilmekte olan bu oyundaki piyonlardır ve de amaçlarına ulaştıktan ve rollerini oynadıktan sonra, onlar da katliamlara maruz kalanlar kadar kolay harcanabilecek şahıslardır. Kendi görüşümce; ben, “global terörizm” senaryosunu sağlamlaştırmak maksadı ile Bush'un veya Blair'e çok yakın birinin kurban edilmesine, bir saniyeliğine bile şaşırmam. Ve, muhakkak ki, eğer Bush giderse, yeni başkan seri katil Dick Cheney olacaktır. (bknz.."The Biggest Secret"). Bulunduğumuz noktada, kazıklar çok derine saplanacaktır, çünkü global faşizme geçiş için son darbe, son itiş başlamıştır.Dünya artık eskisi gibi olmayacak, bu doğru, fakat her tehlike içerisinde bir fırsat vardır. Ve savaşı değil barışı, ‘birkaçın diktatörlüğünü' değil ‘herkes için özgürlüğü' arayan bizler, bu büyük çoğunluk... şimdi yapmamız gereken şey aynanın karşısına geçip kendimize bakmak ve bu delilerin tımarhanelerini yaratmalarını nasıl durduracağımızı kendimize sormak.Şikayet etmek artık yeterli değil. Kaçmak da artık bir seçenek değil, çünkü yakında kaçabilecek hiç bir yer kalmayacak. Zaman, bazı kıçları bazı sandalyelerden kaldırma ve oturup onları boklarını yemeyi durdurma zamanıdır. Medyadaki telefon katılımlarını bombardımana tutup başka bir gerçeklik versiyonu sunma şansını elde edebilir ve ne zaman sizi hattan koparırlarsa, tekrar tekrar bağlanabilirsiniz; herkese, gerçekte ne olduğunu görebilmelerini sağlayan yeni bir bakış açısına hangi kaynaklardan ulaşabileceklerini söyleyebilirsiniz; bu veya diğer konulardaki makaleleri bildiğiniz herkese e-mail, fax, posta aracılığı ile yollayabilirsiniz; özgürlükler tehdit edildiği anda faşist devlete karşı BARIŞCIL protestolar organize edebilirsiniz; insanları belirli toplantılarla biraraya getirebilir ve medyanın size sunmayacağı bilgiyi tartışma ve özümseme imkanı yaratabilirsiniz; KORKULARINIZI KAYBEDİN VE BU KÜSTAH DİKTATÖRLÜĞÜN YÜZÜNE KARŞI TAHAMMÜLSÜZ OLUN. UNUTMAYIN; BU DİKTATÖRLÜK YALNIZCA ONDAN KORKTUĞUMUZDA VE ONUN TARAFINDAN YILDIRILDIĞIMIZDA KURTULUP YAŞAYABİLİR.Eğer yalnızca, ilk olarak, hayatımızı bu yönde adamaya, mükemmel bir kararlılıkla, karar verirsek ve hiç bir yıldırma ve göz korkutma seviyesi ve sonuçlarından etkilenmeyip o muazzam kararlılığımızı kırmazsak, yapılabilecek çok ama çok şey vardır.[5]
Tıbbi olarak, Dimethyltryptamine adlı uyuşturucu ilacı alanların halüsinasyon esnasında sürüngen-insan karışımı yaratıklar gördükleri rapor edilmiştir.[1]
Reptilians
Shapeshifting
Signs of the Dajjal Antichrist Reptilian Shapeshifter 1

"Nokta"

Fragman: http://www.dailymotion.com/relevance/search/nokta/video/x9b12p_nokta-fragmanindircom_shortfilms


Derviş Zaim, sürekli ve kesintisiz bir zaman duygusu verebilmek için, hat sanatının ihcam(bir defada elini kaldırmadan yazma) tekniğini tek planda çekime dönüştürerek, konuyu, 13. yüzyıldan bugüne, Tuz Gölü'ne, genç bir hat çırağı olan Ahmet'e getiriyor. Böylece Tuz Gölü ile mekanda, tek planla çekim ile de zamanda kesintisizlik sağlıyor. Zaim, bir anlamda Yahya Kemal'in deyişiyle, bir imtidadı (uzayıp gitmek ya da uzay anlamında) ya da Tanpınar'ın deyişiyle değişerek devam etmek ya da devam ederek değişmeki vurgulamış oluyor.
"Tuz Gölü'nün sonu olmayan, uçsuz bucaksız manzaralarını seçerken, hattatın siyah mürekkebinin akacağı beyaz sayfa düşüncesine gönderme yapmak istedim. 'Nokta'da zaman içinde geri ve ileri gidişler var. Bunları aynı mekan içinde yapmam gerekiyordu. Bu kadar soyut bir mekanı seçmiş olmak, zaman içerisinde ileri-geri gidişleri daha kolay gerçekleştirmemi sağladı. Tuz Gölü'nün o nötrlüğü, bana zaman içerisinde bir adımda ileri-geri gitme şansı verdi. İkinci bir neden, o beyazlığın üstündeki siyah ve koyu lekeler, kağıt üzerindeki mürekkep damlalarını yansıtacaktı.  
Bu da yapmaya çalıştığım işin havasıyla doğru orantılı bir şeydi. Bir de hep tartışılan bir şey vardır; Karagöz'den nasıl yararlanırız? Karagöz'de Küşteri Meydanı diye bir kavram vardır. Küşteri Meydanı, birdenbire bir konak olabilir, bir gecekondu olabilir, bir balıkçı kahvesi olabilir. Seyirci onu kafasında canlandırır. Buradaki boşluk, böyle bir imkan da sağladı. Bir anlamda Tuz Gölü, bir Küşteri Meydanı(karagöz oyununda olayların geçtiği perdeye verilen ad, burası İstanbul'un herhangi bir meydanını veya sokağını temsil eder)'dır."
Sinemacı ve Hattat Derviş ZaimSon filmi `Nokta` ile sinema dünyasının ilgisini çeken Derviş Zaim`le Fransız eleştirmen Jean Roy`un yaptığı söyleşi `L`Humanite` gazetesinde, tam sayfa olarak yayınlandı.
JEAN ROY
1920`lerin avangardından, Andy Warhol'a kadar, Marice Lemaitre'in lettriste / harfçi sinemasından özgürleşmeye, en son video sanatının manifestolarına kadar her şeyi görmüş olduğumuzu sanırdık. Alexender Sokourov'un mesela Rus Gizli Hazine Sandığı / Russian Ark gibi tek planlı filmlerinden sonra, ya da Spiros Stathoupoulos`un P.V.C.-1`i gibi filmlerinden sonra? Evet varmış. Aksiyonun süresinin filmin süresine denk düşmediği bir uzun metrajı tek planda çekmiş bir filmin keşfi varmış. İşte, festivallerde selamlanan, ancak filmleri Fransız dağıtımcıyla buluşmamış olan Derviş Zaim'in beşinci filminde uygulanmış parlak buluş böyle. Nokta`da her şey, çizgisel bir kronoloji izlemeden sanki tek planda çekilmiş izlenimi veriyor. Filmi, Türkiye`nin güneyinde yer alan ve başını Yaşar Kemal ve Yılmaz Güney'in çektiği büyük entelektüeller ve realizatörlerin çıktığı Adana festivalinde gördük. Derviş Zaim sorularımızı yanıtladı.
Filmi çekmek için hat sanatından ilham aldığınızı söylüyorsunuz...
Derviş Zaim: Filmlerimin sinematografik dilini, içinde bulunduğum kültürü gözlemleyerek ve ondan ilham alarak zenginleştirmeye çalışıyorum. Osmanlı Devleti bir imparatorluk haline geldiği zaman, Osmanlı hattatları bu sanat dalını Arap ve Fars bölgelerinde eşi benzeri olmamış bir zenginlik derecesine taşımışlar. Hâlihazırda Türkiye, özellikle İstanbul hat sanatının merkezi değilse bile en önemli icra yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Hat sanatından film için esin alırken, bu esinden hareketle, içerik kadar şekil olarak da ülkenin özgün ve iyi işlenmiş bir temsiline ulaşmaya çalıştım. Nokta filmi, geçmişte işlediği bir cinayetin acısıyla hırpalanan ve günahından ötürü bağışlanmak isteyen bir adamın hikâyesidir. Suçun ve cezanın ekseninde gelişen aksiyon, kaligrafiyi organik bir şekilde anlatıya katıyor.
Osmanlı`nın geleneksel hat sanatındaki ihcam`ı, yani, bir harfi ya da yazıyı kesintisizce, ara vermeden, tek seferde çizmek becerisini, filmin yapısını kurarken örnek aldım. Hat sanatındaki ihcam kavramı gibi, filmimin akıcı, baştan sona devam eden, bir tek plan yapısında olmasını istedim. Bu nedenle Nokta filmi denince, Rus Gizli Hazine Sandığı / Russian Ark filmi akla gelebilecektir. Ancak benzerlik sadece biçimseldir. Çekim yerlerinin seçimi, kameranın kullanılışı, aktörlerin yönetimi ve tonun oluşturulması, Rus yönetmenin yönteminden kökten farklıdır. Filmimde geçen olaylar, ister geçmişte, ister şimdiki zamanda yer almış olsunlar, sanki gerçek zamanda geçiyormuş gibi anlatılmıştır. Tüm bu zamansal geliş gidişler, genellikle iki ayrı zamanı ayırmak için kullanılan tuzdan tuza ya da tuzdan gökyüzüne geçiş anlarına filmde yer verilmesi ile oluşturulmuştur.
Mekânların da böylesi büyük bir önemi var mıydı?
Derviş Zaim: Filmi, dünyanın en büyük ikinci tuz gölü olan Konya'daki Tuz Gölü'nde çektim, tüm aksiyon dış mekânda geçiyor. Tuz Gölü'nün sonu olmayan, uçsuz bucaksız manzaralarını seçerken, hattatın siyah mürekkebinin akacağı beyaz sayfa düşüncesine gönderme yapmak istedim. Ayrıca tarafsız bir fonun, sürekli biçimde değişik bir mekâna, mesela bir dağ veya bir saraya dönüşebildiği Karagöz'deki 'Küşteri Meydanı' kavramının, Tuz gölündeki fonla uyuşabileceğini düşünüyorum. Küşteri meydanına benzetilebilecek filmin mekânının bu beyaz nötürlüğü, aynı planın içinde flashbackler`e ya da geçmişten bugüne dönmeme izin veren şey oldu.
Filmde olduğu gibi eserinizde de bir devamlılık görüyor musunuz?
Derviş Zaim: Sanırım evet. Bu film, ilki Osmanlı minyatürüne odaklanan Cenneti Beklerken adlı yapıt olan bir üçlemenin ikinci örneği... Cenneti Beklerken adlı filmin arkasındaki soru şuydu: Çok da deneysel olmayacak biçimde, minyatürün estetiğinden hareket ederek sinemada orijinal bir ifade formuna ulaşmak mümkün müdür? İçinde alternatif ifade formlarını kullanmanın zor olduğu; hegemonik, ana akım ticari sinemanın egemen atmosferini düşünürsek, başka bir kültür ya da tarihten kaynaklanan bir sinema üretmek için neler yapabilirim diye kendime soru sormaya başlamıştım. Eski zamanların sanatı olarak kabul edilen klasik minyatür sanatından hareket ederek yeni bir estetik yaratıp yaratamayacağımı kendime sormuştum. Sonuçta çok deneysel bir sinema doğma tehlikesi vardı. Bunu istemiyordum. Aynı zamanda, sadece tek bir kaynağa takılı kalmış bir estetik kaygının sinematografik dili fakirleştirebilme tehlikesini de fark ettim. Minyatürün söz konusu katkısına sadık kalarak bu tehlikeyi atlatmak için, çağdaş sinemanın olası formlarından, anlatım biçimlerinden kendimi mahrum etmemeye ve klasik sanatın kalıpları ve kodlarının içinde takılıp kalmamaya özen gösterdim. Özetle ve kabaca ifade edersek, Doğu minyatürünün formlarıyla, Avrupa resminin formları arasında bir karışım bulmaya çalıştım.

Derviş Zaim filmleri
1992 - Caminin Etrafındaki Taş (Yönetmen)
1996 - Tabutta Rövaşata (Yönetmen, senarist)
2000 - Filler ve Çimen (Yönetmen, senarist, yapımcı)
2003 - Çamur (Yönetmen, senarist, yapımcı)
2004 - Paralel Yolculuklar (Yönetmen)
2006 - Cenneti Beklerken (Yönetmen, senarist, yapımcı)
2007 - Nokta (Yönetmen, senarist, yapımcı)

- İlk iki filminiz 'Tabutta Rövaşata' ve 'Filler ve Çimen', dert edindikleri meseleleri izleyiciyle katı gerçekçi bir üslûp üzerinden paylaşan, hattâ sahip oldukları bu yüksek gerçekçilik duygusuyla zaman zaman izleyiciye şamar atan sert filmlerdi.
Sonrasında ise 2000'lerden itibaren 'Çamur', 'Cenneti Beklerken' ve nihayet 'Nokta' ile daha şiirsel ve simgesel bir anlatıma, yoğun metaforlarla bezeli farklı bir sinema diline geçtiğinizi gözlemledik. Sinema anlayışınızda ortaya çıkan bu kırılmanın gerekçesi nedir?
- Aslına bakarsanız, ilk filmim olan 'Tabutta Rövaşata'dan itibaren bütün çalışmalarımda tarihe ve geleneğe yönelik merakımın ipuçları mevcuttu. Hatırlayacağınız üzere, o filmde hikâyenin bir bölümü Anadolu Hisarı'nın içindeki tavus kuşlarıyla ilgiliydi ve bir karakter de söz konusu sahneye fon teşkil eden kalenin tarihsel arka planından söz ediyordu. Aynı şekilde, 'Filler ve Çimen'de de geleneksel sanatlarımızdan 'ebru' çok önemli bir konumdaydı. Bu sanatı bir metafor olarak kullanarak şans, kader, kısmet faktörleri ve diğer zorunlulukların insanı hayat içinde belli bir noktaya doğru sürüklemesi gibi konuları tartışmaya çalışmıştım. Dönemin çok tartışılan politik meselesi 'Susurluk Skandalı'da o formun, o kabın içerisine doldurduğum bir sıvıydı aslında…
Bildiğiniz gibi, ebru sanatıyla uğraşan ustalar, emeklerinin sonunda ortaya ne çıkacağını tam olarak bilemezler; orada sürekli bir 'cüz'i irade' ve 'külli irade' olgusundan söz edilir. Ebru ustası 'cüz'i irade'si uyarınca elinden gelenin en iyisini yapar; fakat bir yerden sonra onun iradesini aşan başka faktörler de işin içine girer. 'Filler ve Çimen', ilhamını ebrudan alan böyle bir metaforun üzerine kuruluydu. Sonunda da bu tür esinlemeler beni, 'hat' sanatının başrolde olduğu yeni filmim 'Nokta'ya kadar getirdi.
O yüzden, 2000`lerin başlarına kadar yaptığım ilk dönem filmlerde de sonradan gireceğim arayışın izlerini yakalayabilirsiniz aslında… Dolayısıyla, sinemamda radikal bir kopuş ya kırılma olduğunu düşünmüyorum. Ancak, bu arayışın 'Çamur'la birlikte daha rafine hâle gelmeye başladığı tespiti ise doğrudur.
DERVİŞ ZAİM
1964 yılında Kıbrıs'ın Gazi Magosa kentinde doğan yapımcı, yönetmen ve senarist Derviş Zaim, yükseköğrenimini Boğaziçi Üniversitesi İİBF İşletme bölümünde, yükseklisansını ise İngiltere`nin Warwick Üniversitesi'nde yaptı. 1990'lı yılların başlarında metin yazarı olarak girdiği ve sonrasında da yönetmenliğe terfi ettiği bir televizyon kanalında, sinema-TV dünyası üzerine ilk deneyimlerini kazandı; bu süreçte bir de deneysel kısa metrajlı film çekti.
1995 yılında yayımlanan 'Ares Harikalar Diyarında' adlı romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı.
1996 yılında 'Tabutta Rövaşata' filmiyle adım attığı profesyonel sinemada, gerek yapıtlarının yüksek biçim ve içerik kalitesi, gerekse yurt dışında kazandığı ödüllerle yeni Türk sinemasının (aynı zamanda da Kıbrıs Türklüğünün) yüz akı sanatçılarından birine dönüştü.
Şu sıralarda sinemalarda gösterimde bulunan bol ödüllü son filmi 'Nokta'nın keyfini sürüyor...
Ben yüksek lisansımı 1990`ların ortalarında Warwick Üniversitesi'nde yaptım. Tezimin konu başlığı 'Kültürel Çalışmalar'dı. Dolayısıyla, daha öğrencilik yıllarımdan itibaren ülkemin tarihi ve kültürüne yönelik derin bir merakım var. Eğer bireyi gerçekten anlamak istiyorsak, ona `içinden kopup geldiği tarih ve kültürün üretmiş olduğu bir kurgu` biçiminde yaklaşmak gerektiğine inanıyorum. Bizler günümüzde hangi politik ve sosyolojik meselelerle uğraşıyorsak, bunlar mutlaka tarihin ve kültürün bugünlere taşıdığı kadim meselelerdir. Ben de bir Türk sinemacısı olarak, üzerine gitmem gereken öncelikli konu başlıkları ve bunların tarihsel/kültürel kökenlerinin farkındayım.
- Son derece önemli saptamalar yapıyorsunuz, fakat itiraf etmeliyim ki sözleriniz beni şaşırtıyor. Çünkü, ülkemizin kültür ve sanat çevrelerinde artık neredeyse kemikleşmiş bir algı tarzı var. Sol görüşlü, ya da daha genel bir ifadeyle `çağdaş` bir yönetmen, Türk tarihinin derinlikleriyle, Osmanlı`yla, Selçuklu`yla asla ilgilenmez meselâ… Hele de Göktürkler dönemine falan uzanmaya kalkarsa, hâkim entelejansiya tarafından tepeden tırnağa kadar lanetlenir! Aynı şekilde, `hat`, `ebru`, `minyatür` ve `tasavvuf müziği` gibi geleneksel sanatlar da bu kesimin pek fazla ilgisini çekmez. Zaman zaman ilgilenir görünenler çıksa da bu mutlaka bir noktadan sonra olumsuzlamak içindir. Filmlerinde cami minaresi görüntüsü ya da ezan sesi olmaması için özel bir itina gösteren Türk yönetmenleri olduğunu biliyorum.
Sonuç olarak, ülkenin sanat çevrelerindeki mevcut bakış açısı doğrultusunda, bu gibi kültürel değerlerle samimiyetle ilgilenen kişiler politik yelpazenin illa ki sağında yer almak durumundalar. Bildiğim kadarıyla siz de pek `sağcı` sayılmazsınız. O hâlde, tarihe, kültüre ve geleneksel sanatlara düşkünlük noktasındaki bu alışmadık tarzınızla, sektörünüzde ciddi bir aforoz riski aldığınızın farkında mısınız?
- Doğrudur, insanların insanları sırf bu gibi simgelerden dolayı kategorize edip, birbirlerine o yönde muamele ettikleri bir ülkede yaşıyoruz. Ancak, bu sorunu bertaraf etmenin başka bir yolu da yok açıkçası… Türk sanatçıları, hiç bir kompleks duymaksızın kendi öz değerlerine yönelmeyi inatla sürdürecekler ki bu tür şablon yaklaşımlar ortadan kalksın. Biz sahip çıkmazsak, bunlara kim sahip çıkacak?
Bir kere, öyle bir coğrafyanın üzerinde oturuyoruz ki burada kültürel anlamda gerçek bir hazine var ve bu hazinenin sanat alanında değerlendirilmemesi de olsa olsa fikrî bir yoksulluğun işaretidir. Ben, Anadolu`nun tarihsel ve kültürel birikiminde var olan her türlü zenginliği sinemamda mümkün olduğunca kullanmanın derdindeyim. Bundan da çok büyük bir keyif alıyorum açıkçası. Çünkü gerçekleştirdiğiniz her yeni proje, aynı zamanda sizin kendinizi değiştirmenize de imkân sağlar. Ben de yaptığım bütün işlerden böyle bir ruhsal kazanç elde ediyorum. Bunlar, bir sanatçı olarak ruhuma türlü türlü zenginlikler katarken, sonraki çalışmalarım için de beni motive ediyor. Bu arada, çalışmalarımın takipçileri de ortaya koyduğum ürünlerden benzer bir lezzet alabiliyorsa, ne mutlu bana…
`Sanat da yaparım ticarî sinema da`
- Normal koşullarda, sinemaya yeni giren genç yönetmenler ilk filmlerinde ticarî sinemanın kurallarını pek takmayan deneysel çabalara, seyirciyi zorlayan bir dile ağırlık verirler. Sonraki yıllarda ise kazın ayağının öyle olmadığını anlayıp adım adım ticarî sinemanın kalıplarıyla uzlaşırlar.
Siz ise filmografinizde tam tersi bir istikamette gidip, daha kolay anlaşılabilir, ticarî gösterime daha yatkın filmlerden, `Cenneti Beklerken` ve `Nokta` gibi daha deneysel çabalara doğru yelken açtınız. Özellikle de şu anda gösterimde bulunan `Nokta`, 78 dakika tek planda ilerleyen bir film olarak, yalnızca Türk sineması için değil, aynı zamanda da dünya çapında bir meydan okuma…
Film dilinizi kurarken ticarî başarı ya da başarısızlığı umursamaz gözüken, alabildiğine cesur bir tavrınız var. Nedir bu rahatlığın sebebi? Yoksa, bir yerlerden büyük bir piyango falan mı vurdu?
- Geçtiğimiz aylarda, festivallerden birinde `Nokta`nın gösterimine katılmıştım. Gösterim sonrasında soru-cevap kısmına geçtiğimizde bir seyirci ayağa kalktı ve şöyle dedi:
`Bu filme, tek plandan oluşan sıkıcı bir gösteri izleyeceğimi varsayarak geldim. Kendi kendime, herhalde bir buçuk saat boyunca koltuğumda uyuklar, kaşınıp dururum diyordum ki sonuç hiç de öyle olmadı ve gayet sürükleyici bir hikâye izledim.`
Bu, benim `Nokta`ya ilişkin olarak duyduğum en güzel seyirci eleştirisiydi. Çünkü tamamiyle böyle bir sonucu murad ederek yapmıştım o filmi… `Nokta`da yeni bir sinemasal deneye girişeceğimi elbette ki biliyordum, fakat bunu boğucu bir deneyselliğin içine gömmeden, aynı zamanda ortalama seyirci tarafından da kolaylıkla anlaşılabilen ticarî sinemanın kalıpları içinde yapmak gibi ikincil bir plan da vardı kafamda. Filmime gidecek olan kişiler işkence çekmemeli, aksine onu eğlenceli bir gösteri olarak algılayıp keyif almalıydılar.
`Ya katıksız ticarî sinema ya da katıksız sanat sineması` gibi keskin bir ayrım, Türk sinemacısını olsa olsa batağa sürükler. Bunlardan herhangi birini kökten reddettiğinizde, diğerinden de dişe kovuğa gelir bir sonuç elde edemezsiniz. Ben yıllardır ikisi arasında üçüncü bir yolun da olduğuna inanarak filmler yapıyorum. Bir filmin hem çok ciddi meseleleri olabilir, bu meseleleri eli yüzü düzgün, ağırbaşlı bir sinema diliyle anlatıp tartışabilir; fakat aynı zamanda o filmin ortalama seyirciye yüksek bir keyif verme potansiyeli de bulunabilir. Sektörün ayakta kalabilmesi için ticarî sinemaya hiç bir itirazım yok, bilakis böyle bir sinema anlayışının da mutlaka olması gerekiyor. Ticarî sinemanın varlığı ve güçlenmesi, bütün Türk yönetmenlerini daha kudretli kılar. Fakat, sinemayı yalnızca gişe rekortmeni eğlencelik filmlerden ibaret görürseniz, kendi ayağınıza kurşun sıkarsınız. Bu da, bunun tersi bir bakış açısı da bana göre aynı düzeyde hatalı...
Sinemayı biçim ve içerik yönüyle önemserken, seyircinin o iki saatte eğlendirilmesi gerçeğini de asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Ben bir filmin hem yüksek bir sanat eseri, hem de tatminkâr bir gişe hasılatı elde edebileceği ortalama bir noktanın bulunabileceğine inanıyorum, sürekli olarak bu arayışın peşindeyim. Kendimi böyle bir deneysellik labirentinin cazibesine kaptırsaydım, gerek `Cenneti Beklerken` gerekse `Nokta` bana bu şansı fazlasıyla veren, mistik ve tasavvufî öğelerle bezeli zor hikâyelerdi. Ancak, her iki filmde de seyirci ilgisini sürekli diri tutacak bazı tedbirler almayı gerekli gördüm.
Çektiğiniz bir filmi hiç kimse izlememişse, o film aslında hiç çekilmemiş demektir. Her yeni filmin çok büyük zorluklar altında üretilebildiği bugünkü ekonomik koşullarda, sorumluluk duygusu taşıyan hiç bir yönetmenin deneysel sinemanın çıkmaz sokaklarında kaybolmaya hakkı yoktur.
`Sanat kaygısı olan filmlerin işi daha da zorlaşacak`
- Bunlar da son derece doğru ve dengeli tespitler, fakat mevcut gidişât sizi destekler mahiyette değil… Ülkede son on yıldır öylesine yüzeysel bir gençlik, öylesine sefa düşkünü bir sinema seyircisi profili oluşturuldu ki bunların sektörden tek talebi `10 lirayı verip salona girelim, nasıl ve neye güldüğümüzün hiç önemi yok, yeter ki iki saat boyunca gülmekten yerlere serilelim, arada da perdede hayranı olduğumuz bir kaç güzel kadın oyuncu ya da yakışıklı erkekler görürsek bu ürün bize kültürel gıda olarak fazlasıyla yeter` şeklinde…
Ülkede bütün bir yıl boyunca 50 tane Türk filmi gösterime giriyor, bunlardan yalnızca 3 tanesi ciddi anlamda gişe yapıyor, 47 tanesinin yönetmeni ise borçlar yüzünden evlerine hacze gelen memurlara dert yanmakla meşgûller. Ülkenin sinema tarihindeki gelmiş geçmiş bütün rekorları kıran filme bakıyorsunuz, gün ışığı görmemiş bir hödüğün serüvenlerini anlatan kaba-saba bir güldürü bu… Keza, gişede onun ardından gelenler de yine ona benzeyen örnekler…
Tamam, sinemacılar ayakta kalabilmek için ticarî sinemaya belli ölçüde prim versinler de, terazinin ayarı artık o kadar kaçmış durumda ki bu saatten sonra sizin işaret ettiğiniz türden dengeli bir karışım ortaya koymak çok zor gibi görünüyor. Ne dersiniz, haksız mıyım?
- Daha önce de belirttiğim gibi, sinema -beğenelim ya da beğenmeyelim- bir `kitle sanatı`dır ve ben de ticarî sinemaya kesinlikle düşman biri değilim. Bu başlığın ilgi alanına giren bütün türler, korku, komedi, romans ya da serüven filmleri, yapımcılara ve işlemecilere para kazandırarak sektörün devamlılığını sağlıyor, onların sinemaya yeni yatırımlar yapmalarının yolunu açıyor.
Ancak, böyle bir durumda üzerinde durulması gereken asıl mesele, ticarî sinemanın alternatif bütün arayışları silindir gibi ezerek, onlara yaşama hakkı tanımayacak `dominant` bir karaktere bürünmesidir ki sanırım siz de bu soruyu sorarken benzer bir kaygıdan hareket etmektesiniz.
Gidişat konusundaki endişelerinize ben de aynen katılıyorum. Çünkü, kapitalizmin dünyaya bütünüyle egemen olduğu bir çağda, hayatın her cephesinde olduğu gibi sinemada da senarist ve yönetmelerden `ortalama bir tavır` beklenmeye başlandı. Ne yapımcı, ne seyirci, ne de medya, artık hiç kimse filmlerde bir derinlik talep etmiyor. Üstelik, bu durum yalnızca Türkiye`de değil, bütün dünyada böyle…
Manzara böyle olunca, `ana akım`ın peşine takılmayıp farklı kaygılar güden Türk filmlerinin salon bulmaları da önümüzdeki yıllarda çok daha zorlaşacaktır. Eskiden büyük kentlerde Türk filmleri gösteren belli başlı salonlar vardı; kemikleşmiş bir seyirci kitlesi de bu salonlara düzenli olarak gider, her ne gösterilirse gösterilsin Türk filmleriyle buluşurdu. Bazen, hiç iş yapmayan bir Türk filmi bile sırf geleneğe bağlılıktan dolayı o sinemalarda haftalarca gösterimde kalırdı.
Şimdiki işletmecilik sisteminde ise büyük alışveriş merkezlerinin içindeki çok salonlu sinema kompleksleri olaya son derece rasyonel bakıyorlar. Gösterilen film anlatım tekniği açısından biraz zor mu, seyircinin ilgisini çekmedi mi, o salonun sorumlusu hiç gözünün yaşına bakmayıp ânında kaldırıyor ve yerine hemen bir Amerikan filmi koyuyor. Bu uygulama şimdilik yalnızca `gösterimden kaldırma` şeklinde; yarın öbür gün ise `daha en baştan kabul etmeme`ye doğru dönüşecek.
Böyle bir işletmecilik sistemi için bir Türk filmi ancak para getiriyorsa muteberdir, yoksa sırf ulusal sinemamızı desteklemek adına bir sanat filmini tenha bir salonda kesinlikle haftalarca gösterimde tutmazlar. Büyük alışveriş merkezlerindeki sinema zincirlerine dahil olamamış, gösterimini taşradaki ufak tefek salonlar üzerinden yürüten bir filmin de gişede öyle aman aman başarılı olabilme şansı yok. Bu zincirlere girememişseniz ya da çok erken gösterimden kaldırılmışsanız, ticarî başarısızlığınız kesindir. Çünkü dediğim gibi, bu işletme mantığında bir filmi milliyetçi duygularla gösterimde tutmak, inatla işlerinin açılmasını beklemek söz konusu bile olamaz. Gösterime girdiği ilk hafta sonu iş yaptı yaptı, yapmadıysa da derhal geri gönderilir. Reis Çelik, büyük emeklerle çektiği `Mülteci` filmine salon bulamadı; aynı şekilde Yeşim Ustaoğlu da `Pandora`nın Kutusu` gibi ödüllü bir filmi İstanbul`un Anadolu yakasında gösteremedi.
İçinde duygusallığa yer olmayan bu katı sistem, genç yönetmenlerin işini yakın bir gelecekte çok daha zorlaştıracaktır. Normalde, sinemanın kreatif cephesinde emek veren biri olarak benim bu gibi ticarî meselelere fazla kafayı takmamam, tamamen yapıtlarımın sanatsal kalitesine odaklanmam gerekiyor, öyle değil mi? Ancak işler artık böyle yürümüyor ve sistem film üretim sürecinin her aşamasında görev yapanlar gibi yönetmenlere de bu gibi parametreleri en başından itibaren hesaba katmaları gerektiğini dayatıyor. Bizler de bir yandan iyi bir film yapmaya çalışırken, öte yandan o filmin seyirci ilgisini yakalamasına sağlayacak yeni formüller bulmaya, dağıtıcılarla ilişkileri sıkı tutmaya ve bu arada medyanın desteğini elde etmeye çalışıyoruz.
Bütün bu parametreleri hassas bir denge içinde götüremediğinizde ne olur? Belki yine çok iyi bir film yaparsınız; fakat o film hiç bir yerde gösterilmez ve hiç bir medya kuruluşu da ondan tek kelimeyle söz etmez. Sonrasında, siz de oturur bobinlerinize üzüntüyle bakar durursunuz.
Fakat, kapitalist dayatma bu yönde diye, bizim de sinemada başka kaygıların peşine düşmekten bütünüyle vazgeçmemiz, iyi filmler ortaya koyma noktasında şevkimizin kırılması söz konusu olmamalı… O hâlde ne yapmalıyız?
Sinemacı son derece uyanık ve bilinçli olmalı, kendisini bekleyen bütün bu tehlikeleri en baştan görebilmeli… Bir taraftan sistemin sizden beklediği `seyirciyle barışık` sinema dilini tuttururken, diğer taraftan da kendi türkülerinizi söyleyebilmelisiniz. Bütün türlerin bir arada var olacağı ve hepsinin yeterli düzeyde gişe geliri elde edeceği dengeli bir sinema beğenisi oluşturmamız gerekiyor. Ancak, ne yazık ki -sizin de vurguladığınız gibi- şu anki gidiş o yönde değil. Cumhuriyet Türkiyesi`nde güçlü bir `birlikte yaşama kültürü` oluşmadığı için, sinema sektöründe de henüz böyle bir kültür yok.
`Nokta, oyunculuk açısından özveri gerektiren bir film`
- `Nokta`, tek planda akıp giden hikâyesiyle, biçimsel olarak sahip olduğu öncü ve yenilikçi bakış açısını oyuncu yönetiminde de sergileyen cesur bir film… Bu kadar çok sayıda ünlü oyuncuyu böylesine riskli bir projede yer almaya nasıl iknâ ettiniz? `Ben tek planlık bir film yapıyorum` dediğinizde tepkileri ne oldu?
- Güzel soru doğrusu… Çünkü böyle bir projeyi hangi aklı başında oyuncuya götürseniz, durur iki dakika düşünür. Hele de bizim gibi dublaj kültürüyle yetişmiş, `sufle`ye (okuyacağı her cümlenin oyuncuya kamera ardından fısıldanması) bağlı rol yapmayı alışkanlık edinmiş oyuncuların ağırlıkta olduğu bir ülkede, kuracağınız kadroyu sayfalar boyu hatasız bir ezbere dayalı, bütünüyle sesli çekilmiş bir filme iknâ etmek hiç de kolay değil…
Bu yüzden, bütün aday oyuncularımı çeşitli toplantılarda bir araya getirdim ve onlara sinemasal amacımı en ince ayrıntısına kadar izah ettim. Aralarından teklifimi kabul edenler de bu riski paylaşarak benimle yola çıktılar. Oyunculuk açısından perdeye yansıyan sonuç, bana göre son derece başarılıdır. Hepsine katkıları ve sabırları için ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Tabiî, başından sonuna kadar sesli çekilmiş, tek plan üzerinden akıp giden böyle bir filmi oyunculuk, ezber ve diksiyon hatası yapmadan tamamlayabilmek için çok iyi prova yapılması gerekiyordu. Biz de yaptık. Hem masa başında, hem de çekim mekânımız olan Tuz Gölü`nde sayısız prova yapıldı. Sabahları işe provalarla başlıyor, sahneyi iyice oturttuktan sonra da öğle saatleriyle birlikte asıl çekimlere geçiyorduk. Bundan dolayı, sizin perdede kurgusuz olarak izlediğiniz o 78 dakikayı biz 12 işgününde çektik.
- İlhamını hat sanatçılarının yazılarını tek hamlede yazıp bitirme geleneğinden alan bir yapıt `Nokta`… Zaten adı da hat yazısına konulan son noktadan geliyor. Batılı izleyicinin alışık olmadığı bir sanat formundan beslenen böyle bir hikâye uluslararası festivallerde nasıl karşılandı?
- Hem biçim, hem de içerik itibarıyla çok heyecan verici bulunduğunu söyleyebilirim. Yurt içindeki ödüllerimizin yanısıra, Montpellier`den, Avrasya`dan ve Kahire`den `en iyi film` ödülleri aldık, Asya`nın Oscar`ı sayılan `Asya-Pasifik Ödülleri`ne aday gösterildik.
Tabiî, böyle otantik simgeleri olan bir filmle uluslararası arenaya çıktığınızda, size bazı anlaşılma sorunları da eşlik ediyor ister istemez… Çünkü, bu kültüre ait olmayan yabancı bir jüriye ve seyirci kitlesine gösterim yapıyorsunuz; batılı bir beynin, hat sanatını ve onun kurallarını hiç bilmeden hat sanatının dili üzerinden ilerleyen bir filmi lâyıkıyla anlayabilmesi özel bir çaba gerektiriyor. Saf bir bakış açısına geçmeleri bu noktada biraz zor; çünkü -dediğiniz gibi- doğudan gelen farklı ve gizemli bir sanat formuyla tanışıyorlar. O yüzden, dış festivallerde çok akıllıca yorumlar geldiği gibi alabildiğine naif sorularla karşılaştığımda da olmuştur. Fakat, birileri anlama güçlüğü çekebilir diye geleneklerimizden beslenme alışkanlığı ve heyecanını da yitirmememiz gerekiyor. Eğer ki bugün anlamıyorlarsa, yaptığımız filmler sayesinde yepyeni dünyalara açılacaklar ve o yeni dünyalardaki zenginliklerden haberdar olup gelecekte böylesi kültürel iletilere karşı daha bir hazırlıklı olacaklar. Bunları bizler anlatmazsak, tabiat asla boşluk affetmiyor, yarın öbür gün -doğuya ilişkin çarpıtılmış mesajlarla dolu, pek çok düşmanca filmde olduğu gibi- bunu mutlaka birileri yapacaktır.
`İslâmcı sinema diye bir akıma da ihtiyaç var`
- Gerek filmlerinizde, gerekse söyleşilerinizde kişisel ve toplumsal ahlâkın insanlık açısından önemine sıklıkla vurgu yapıyorsunuz. Türkiye`de son 35 yıldır `Beyaz Sinema` ya da `İslâmî Sinema` olarak adlandırdığımız bir akım var ve söz konusu akımın temsilcileri de benzer kaygılar üzerinden hareket ediyorlar. Ortaya konulan örneklerin sinemasal açıdan yetkinliği tartışılır, ancak en azından aslî niyet bu yönde…
`Beyaz sinema hareketi`ni izliyor musunuz? İzliyorsanız, bu bakış açısıyla çekilen filmleri nasıl buluyorsunuz?
- Ben, bütün eksiklik ve aksaklıklarına rağmen, `Beyaz Sinema` olarak adlandırılan akımın ülkemiz sineması içinde önemli bir zenginlik olduğunu düşünüyorum. İslâm, sinema açısından son derece bâkir bir alan ve bu alanda söylenebilecek o kadar çok, o kadar anlamlı sözler var ki… Böyle bir kulvarda ilerlemeyi kafasına koymuş olan kişiler, ister yönetmen, ister senarist, isterse de sinema yazarı olsunlar, dışsal etkenlerin yıpratıcı etkisine fazlaca kapılmadan, belki de diğer meslektaşlarına göre çok daha yüksek bir direnç göstererek, İslâm`dan beslenen hikâyelerini yüksek bir sinema diliyle anlatmanın arayışlarını sürdürmek zorundalar…
2003 yılında, `Çamur` filminin çekim sonrası teknik işlemleri için İtalya`daki Cinecitta stüdyolarına gidip geliyordum. Orada ünlü Polonyalı yönetmen Krzysztof Zanussi ile tanıştım. Zanussi`ye İtalya`da neden bulunduğunu sorduğumda, bana Vatikan`ın sinema alanındaki danışmanlarından biri olduğunu ve Papa`nın bir filmle ilgili istişarelerde bulunmak üzere kendisini makamına davet ettiğini anlattı. Vatikan`daki şu vizyona bakınız; Papa, ahlâk ve inanç sorunlarını ön plana çıkaran filmleriyle tanınan saygın bir yönetmeni kendisine sinema alanında danışman yapıyor ve sinemayla ilgili bir tavır geliştirirken, bir açıklama yapmazdan önce onunla görüşüyor. Hıristiyanlığın temsilcilerinin çok ciddiye aldıkları ve üzerinde titizlikle çalıştıkları bir alanı İslâm`ın temsilcilerinin bütünüyle boş verip sahipsiz bırakmalarının hiç bir mantığı yok.
İnsanlar kendilerini ifade etsinler, kendilerini ifade etmeleri gayet iyi bir şeydir. Hayattaki duruşlarını `İslâmcı` olarak tanımlayan yazar-çizerlerin, sanatçıların, aydınların ve özelde de sinemacıların kendilerini samimiyetle ifade eden eserlere imza atmaları, varlıklarını deklare ederek bazı ezberleri bozmaları, başkalarının ezberlerini bozarken aynı zamanda kendi ezberlerini de bozacak bir özeleştiri geleneğine açık olmaları, uzun dönemde ülkemizin kültür ve sanat hayatında son derece ilginç sonuçlara yol açacak bir tavırdır. Bu, Türkiye`de oldukça zayıf durumda bulunan `birlikte yaşama kültürü`ne de katkı yapacak bir çabadır.
Ancak, ortaya konulan ürünün ideolojik yapısına verilen önem kadar, ona estetik bir yeterlilik kazandırma kabiliyetinin de bir an önce geliştirilmesi gerekiyor. İslâm`ın bizatihi kendisi ve kurduğu gelenek de böylesine yüksek bir estetik arayışı fazlasıyla hak etmektedir. Yoksa, aksi durumda ortaya konulan eserler sloganik bir konuşmanın görüntü ve ses kaydından öteye geçemez.
`Beyaz sinema`nın şimdiye kadar ortaya koyduğu ürünlerde gözlenen teknik ve estetik sorunlara gelince… Ben bir dış gözlemciyim, o yüzden de konuyu kesinlikle indirgemeci ya da basitleştirici bir tavırla ele almak istemem. Hiç kuşkusuz ki bazı filmlerin istenilen yetkinliğe ulaşamamasının birden fazla iç ve dış nedeni vardır. Bir kere iyi sinema, incelmiş sinema yapmak isteyen birinin, alanında mesafe alma melekelerini yoğun bir meslekî hırsla geliştirmesi gerekiyor. Yani sinema gibi insanı rezil de vezir de edebilen bir sanata bulaştığınızda ya en başından donanımlı biri olacaksınız, ya da en azından bu donanımı kısa bir staj devresinin ardından kazanmayı bileceksiniz.
Ha, bu noktada sektör `beyaz sinemacılar`ın önünü çok mu açmıştır, onlara karşı çok mu şefkatli ve anlayışlı davranmıştır? Sanmıyorum. Daha önce de konuştuğumuz üzere, bu ülkede, İslâm`la ilişkili bir şey ürettiğiniz zaman `İslâmcı` diye yaftalanma riskinizin olduğu bir gerçektir. O meslektaşlarımız da bu yolda bir takım sözler söylediklerinde önlerinin kapanacağını öngöremeden olaya safiyâne niyetlerle girmiş, sonrasında ise karşılaştıkları reddiyeci tutum nedeniyle kendilerini ve sanatlarını geriye çekip sınırlandırma yoluna gitmiş olabilirler. İslâmcı sinema akımının kendisinden bekleneni tam olarak verememesi durumunu açıklarken, bence birden fazla parametreye başvurulmalıdır. Gerek kişinin kendi yetenek kapasitesinin sınırları, gerekse öğrenme sürecinin dışsal nedenlerle sekteye uğramasından dolayı ortaya çıkabilir bu genel yetersizlik hâli…
Ancak, yine de tekrar etmek isterim ki inanç meseleleri, sinemayı hem ulusal hem de evrensel düzlemde zenginleştirebilecek kadar önemli bir damardır ve ben de ülkemiz sinemasında her türlü olumsuzluğa rağmen böyle bir akımın var olması gerektiğini düşünmekteyim. Sözgelimi, Yeni Şafak`ta sizin söz konusu alanda ortaya koyduğunuz çabaları biliyorum. Ayrıca, yine benim ilgi alanımla ilgili kafa yorup yazılar yazan biri olarak Yusuf Kaplan beyi de fırsat buldukça takip ediyorum. Sanat alanındaki bu gibi farklı bakış açıları iyidir, olmalıdır ve daha da artmalıdır. Benim demokratik çok seslilikten yana hiç bir korkum yok.
`Korsan ürün tüketiminin temelinde, yağmacılığa olan tarihsel eğilimimiz yatıyor`
- Sinema sektörünün geleceğini ipotek altına alan bir başka önemli tehdit unsuru da korsan film piyasası… Toplum, özellikle de genç kuşaklar hiç bir bedel ödemeden bilgisayar programı, oyun, müzik ve en önemlisi de sinema filmi tüketmeye öylesine fena alıştılar ki onlara bu alanlarda verilen bütün hizmetlerin ve dünyevî keyiflerin reel bir karşılığı olması gerektiğini öğretmek, bunun hem hukukî hem de ahlakî bir zorunluluk olduğunu belletmek her geçen gün daha da zorlaşıyor.
- Ben, korsan ürün tüketimini toplumun içinde yüzdüğü genel ahlâksızlık hâlinin son derece anlamlı bir yansıması olarak görüyorum ve o yüzden de her filmimde mutlaka ahlâka dair bazı vurgular yer alıyor.
Bu, ahlâktaki `faydacılık felsefesi`yle doğrudan ilişkili bir durum… Yaşadığımız coğrafyanın insanları korsana, yağmacı zihniyete öteden beri teşnedir. Bu yolla kendilerine bir fayda sağlarken hiç sıkıntıya girmiyor, elde ettikleri faydayı en kestirme yoldan maksimize ediyorlar. Anadolu`dan İstanbul`a gelip büyük bir pişkinlik içinde kamu arazilerinin üzerine hanlar hamamlar dikmiş, sonra da bu yapıları başkalarına astronomik fiyatlarla satıp kısa yoldan zengin olmuş zorba biriyle, `fikrî haklar kanunu`nun koruma altına aldığı eserlere hiç emek vermeden sahip olmayı alışkanlık haline getirmiş korsan müptelası bir kişi bütünüyle aynı kültürel köklerden beslenmektedir. Bizler, uzun yıllardır bu iştah açıcı kentte yaşamamıza rağmen kentimizin kamu arazilerini yasadışı bir biçimde yağmalamadıysak, bunun sebebi bambaşka bir ahlâkî norma bağlı olmamızdır. Ancak, günümüzde toplumun ezici bir çoğunluğu için geçerli olan temel ahlâkî norm `yağma`dır. Yağmalanan şey ha bir arazi olmuş, ha bir filmin korsan DVD`si, hiç fark etmez. Bedelsiz elde etmeyi alışkanlık hâline getirmiş, bunu doğal bir hak olarak gören devâsâ bir kitle var. Babaları her nasıl ki İstanbul`u yağmalayarak zengin olmuşlarsa, çocukları da sanatçıların eserlerini yağmalayarak yaşıyor.
Hem devletin, hem de aydınların, bu düşkün ahlâkı yeniden yükseltmek adına somut bazı adımlar atması gerek… Sorun yalnızca adlî tedbirlerle de çözülemez; genç kuşakların aileden itibaren güçlü bir utanma duygusuyla yetiştirilmeleri şart…
Ruhsal kirlenmenin bu denli büyük boyutlara ulaştığı bir çağda, sorumluluk duygusu içindeki bir sanatçının eserlerinde uğraşması gereken meseleler de işte tam olarak buna karşılık geliyor. İyilik, kötülük, ahlâk, ahlâksızlık, bireysel ya da toplumsal çürüme gibi çok ciddi konu başlıkları, kendileriyle ilgilenmek üzere bizleri beklemekte... Çağdaş bir sanatçının beslenmesi gereken ana damar bu olmalıdır.

`Cenneti Beklerken` adlı filmim gösterime yeni girmişti. Bir kafeteryada oturuyordum. Arkadaşlar geldiler ve önüme filmin korsan bir DVD`sini koyup `Al, hayrını gör, senin filmin de işportaya düşmüş` dediler. O DVD`ye hiç konuşmadan, dakikalarca uzun uzun baktım. Benimle birlikte yüzlerce, belki de binlerce kişinin emeği, alın teri, maddî ve manevî yatırımları, bütün bunları hiç bir katkısı olmadan sahiplenmiş birilerinin eliyle 2-3 liraya satışa sunulmuştu. O an, bir yapımcı ve yönetmen olarak duyduğum üzüntüyü hiç kimseye tanımlayamam. Böyle bir sorumsuzluk karşısında söylenecek söz bulmak çok zordur. Hâlâ da evde saklıyorum o korsan kopyayı…
- `Allah, kitap, peygamber` lafzını ağzımızdan düşürmeyen biz Türkler, kamu malına ya da başkalarının hakkına saygı gibi konularda, sözgelimi neden bir Alman ulusu gibi tutarlı ve ahlâklı olamıyoruz? Aynı şekilde, Japonlar`ın büyük bölümü Şintoizm dinine mensup ve güneşe tapınıyorlar. Ancak kul hakkına uyma noktasında çağdaş Müslümanlardan çok daha duyarlı olduklarını görüyoruz.
Kendisine ait olmayana el uzatanın lanetlendiği ve şiddetle cezalandırıldığı bir dinin mensubu olma iddiasındaki böyle bir toplumun, aşırmacı kültüre bu denli teşne oluşunu hangi sosyolojik gerekçelerle açıklıyorsunuz? Sizce yanlışlık nerede?
- Zor bir soru bu… Evet, hem hırsızlığın reddedildiği, hem de baştacı edildiği garip bir toplumsal ikilemin içinde yaşıyoruz yüzlerce yıldır… Bunu anlayabilmek için de bir kültür dedektifi olmak ve toplumun beslendiği kaynaklarda ne gibi sakatlıklar ya da boşluklar var, onu tam bir tarafsızlıkla araştırmak gerekiyor. Kültürünü her yönüyle kutsayarak ya da topyekün nefret ederek olmaz bu iş; gerektiğinde takdir etmeyi, gerektiğinde de eleştirel olmayı bileceksiniz.
Almanlara ve diğer bazı batılı uluslara baktığınızda, bu toplumların ahlâk kurumunu, Immanuel Kant`ın ahlâk teorisinde yaptığı gibi en başından temellendirip sağlam bir sistem hâline getirmeye çalıştıklarını görüyoruz. Nitekim bunu belli bir yere kadar başarmışlardır da…
Ahlâksızlık, çok güçlü gibi görünen bir ahlâk sistemi içinde kendisine sızabileceği bazı çatlaklar bulmuşsa orada büyük bir maharetle yuvalanır ve bir süre sonra bireyin hayata bakışının ayrılmaz bir parçasına dönüşür. Bu da günümüz Türk toplumunda ya da bir çok doğu toplumunda gözlendiği üzere hastalıklı bir yapı oluşturur.
Çalıp çırpmaya yönelik eğilim, yağmayla gelen malı `hak` olarak görmek, öyle kolayca baş edilebilecek bir sorun değildir. Gerek devletin, gerekse aydınların inatçı çabalarıyla, çok uzun vadede tedavi edilebilecek bir hastalıktır bu. Kararlılıkla üzerine gidildiğinde, tam olarak iyileşmese bile, en azından şimdikinden daha mâkul bir düzleme çekilebilir.
`Hatasız film olmaz; olmamalı da…`
- İnternette size atfedilen ilginç bir cümle var. İddiaya göre, katıldığınız bir sinema söyleşisinde, `Bir filmde hiç hata yoksa, o filmi çöpe atın` demişsiniz. Her filminde sürekli daha yüksek görsel kalitenin arayışındaki bir yönetmen için oldukça zıt bir yaklaşım bu… Dediniz mi gerçekten böyle bir şey?
- Bunu hangi koşullar altında ve ne gibi özel bir örnekten hareketle söylediğimi şimdi hatırlayamıyorum. Ancak, irili ufaklı teknik hatalara ilişkin bir görüş olarak ifade etmiş olabilirim. Sinemacı bazen perdede daha büyük bir balığı yakalayabilmek için ufak tefek biçimsel kusurları görmezden gelebilir. Sözgelimi, çok güçlü bir duygunun ifadesi için, o duygunun aktarılacağı sahnede masum bir devamlılık hatası yapabilirsiniz. Bu da hiç kimseyi rahatsız etmez. Ancak, eğer ki bir yönetmen içeriği tamamen boşverip bütün enerjisiyle biçimsel kusursuzluğun peşine düşmüşse, `Aman şu sahnede elini üç santim kaldırdı, bunun genel planında da tamı tamına üç santim kaldırmalı`nın hesabını yaparken anlattığı hikâyenin özünü yitirmişse, o film yalnızca plastik bir yetkinliğe sahip olur, anlattıklarıyla hiç kimsenin duygu dünyasına herhangi bir katkıda bulunmaz. Aşırı ölçülüp biçilerek çekilmiş, ancak içi boş filmleri kastederek söylemiş olabileceğim bir söz gibi duruyor ki zaten sinema düşüncem de bu yöndedir. Biçim, çok gerekli olduğunda içeriğe fedâ edilebilir, ancak tersi bir durum ise filmi zedeler.
`Bir daha kolay kolay 35 mm formatında çalışmam`
- Sinemanızda geleneklere yakın bir duruşunuz var. Pekiyi, bu gelenekçi tavır film çekerken kullanılan teknolojilerde de gündeme geliyor mu? Bir çok yerli ve yabancı sinemacının, hem sağladığı yüksek görsel kalite, hem de nostaljisi nedeniyle 35 mm analog sinema kamerası kullanımından vazgeçmemeye çalıştığını görüyoruz. Ancak, mevcut sistemin film yapımına getirdiği ağır ekonomik yükten dolayı, son yıllarda dijital sinemacılık da aldı başını gitti. Pelikül film ve dijital kamera rekabetinde tam olarak nerede duruyorsunuz? 35 mm klasik film kameraları kullanmaya devam mı ? Yoksa, `Artık pes ettim, dijitale geçiyorum` diyenlerden misiniz?
- Ben, `Nokta`ya kadarki bütün filmlerimi 35 mm formatında çektim; ilk kez `Nokta`da high-definition (yüksek çözünürlüklü) dijital kamerayla çalıştım. Açık söyleyeyim, sağladığı kolaylıkları ve sunduğu resim kalitesini gördükten sonra, artık 35 mm`nin külfetine kesinlikle geri dönmem. Sonuçları aynı akşam otel odasında sakin kafayla izleyip, ertesi gün için yeni çekim kararları alabiliyordum.
Ha, bir sabah evimin kapısını açtığımda gökten gelmiş 200-300 kutu Kodak negatif film bulursam, o zaman belki tekrar aynı formatı denerim! Ancak, bu kadar pahalı ve hantal bir sistemin, hele de bizim gibi güç bela film yapılabilen ülkelerde artık dijital sinema karşısında tutunma şansı kalmamıştır. Çekim ve laboratuar giderleri korkunç boyutlara ulaştı. 35 mm`nin her aşamasında hem ciddi bir maliyet, hem de görsel sonuç açısından büyük riskler üstleniyorsunuz. Kameranın çekim penceresine gelip takılan bir kıl, sonradan hayatınızı karartabilir sözgelimi… Ancak, dijitalde maliyetin yanısıra duruma hâkim olmak ve çıkabilecek teknik sorunları çözmek de daha kolay. Zaten hikâyeniz iyiyse, kurduğunuz atmosfer insanları sarıp sarmalıyorsa, perdedeki görüntünün kaynak kalitesi salondaki kitle tarafından en fazla 5-10 dakika sonra unutuluyor. Şu anda iki sistem arasındaki kalite farkı, ancak çok uzman gözlerin ayırabileceği kadar küçülmüş durumda…
Velhasıl, bana göre sinemanın geleceği dijital formattadır.
`Eleştirmenlerin aykırı yorumlarına saygı duyarım`
- Türkiye`de sinema sanatı üzerine yazıp çizenlerin, özellikle de film eleştirmenlerinin şimdiye kadar yapıtlarınızı doğru okuduğuna inanıyor musunuz? Size göre ülkemizde eleştirmenlik kurumu yapıcı bir biçimde işliyor mu?
- Film eleştirmenlerinin, benim yapmaya çalıştığım işlerde benden daha farklı düşünmeye hakları olduğunu peşinen teslim ediyorum. İnsanlar, yalnızca benim onlara göstermeye çalıştığım yönde düşünmek zorunda değiller. Filmim benden çıktıktan sonra onun toplumda uğradığı farklı limanlar, birbirinden çok değişik algılama biçimleri olabilir. Bir yönetmenin de kendisine gelen olumlu ya da olumsuz eleştirileri sindirebilecek olgunluğa sahip olması gerekiyor. Dolayısıyla, eleştirmenler filminizle ilgili olarak sizin aklınıza bile gelmeyecek saptamalar yaptığında hoşgörülü bir tutum takınmalı, bunu oyunun bir kuralı olarak kabul edip hazırlıklı olmalısınız. Özellikle olumsuz eleştirilerden aşırı şekilde etkilenip `Ali benim hakkımda şunu dedi, Veli bana şu iğneyi batırdı` demeye başlarsınız, bunu bir kin gerekçesine dönüştürürseniz, sonunda kendi kendinizi yer bitirirsiniz. Bir sinemacının `Alman millî takımı` gibi olması lâzımdır. Alman millî takımı 2-0 yenerken de 2-0 yenilirken de büyük bir soğukkanlılıkla hep aynı oyunu oynar. Sinemacı da olumlu ya da olumsuz dolduruşlara gelmeden, fakat haklı ve somut eleştirileri de dikkate alarak mangal gibi bir yürekle yoluna devam etmelidir.

"Micro"

"Bereketli Topraklar Üzerinde"

Tam 28 yıl önce kaybolan, ünlü yönetmen Erden Kıral'ın 'Bereketli Topraklar Üzerinde' isimli filmi bu yıl 27'ncisi düzenlenen İstanbul Film Festivali'nde ortaya çıkmıştı. Büyük bir coşku yaratan bu olaya imza atan ise Fransa'nın tanınmış sigorta şirketlerinden Groupama'ya ait GAN Sinema Vakfı'ydı. Türkiye Başak Groupama'nın desteğiyle Kıral'ın filmi için büyük bir arama çalışmasına giren vakfın Genel Koordinatörü Gilles Duval, aslında benzer çalışmaları her yıl bir ülke için yaptıklarını söyledi.
TÜRKİYE'YE DE DESTEK VERİLECEK
Dünya çapında 11 ülkede, 30'u aşkın festivali destekleyen ve her yıl bir ülkenin filmini restore ettiklerini belirten Duval, artık Türkiye'ye de destek vereceklerini vurguladı ve şöyle devam etti: "Kıral'ın filmi 'Bereketli Topraklar Üzerinde'nin kopyası İsveç'te bulunmuş ama getirtilemiyormuş. Araya girdik ve negatifleri satın alıp Türkiye'ye getirdik. Burada da iki ayda restorasyonu yapıldı. Bunun için 20 bin Euro harcadık çünkü böyle bir başyapıtın kaybolmasına asla izin veremezdik."
21 YILDIR BU İŞİ YAPIYORUZ
Restorasyonu için 1 milyon Euro harcadıkları filmler olduğunu ve 21 yıldır film restore ettiklerini belirten Duval şunları anlattı: "Amacımız dünya sinema mirasını koruyabilmek. Filmin zarar görmüşlük düzeyine bakıyoruz. Acil harekete geçilmezse bir daha gösterilemeyecek önemli filmleri seçiyoruz. Kimi zaman depoda bir suyun içinde bulduğumuz filmler oluyor. Parçaları farklı ülkelerde olan filmler de çıkıyor. Onları biraraya getiriyoruz."
http://arsiv.sabah.com.tr/2008/04/26/gny/haber,28C585C613BF46C4865C3646842810A7.html
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/444814.asp
.
...İsrail'in gözü GAP'ta...http://www.masonluk.net/kabala_masonluk_12.html
...İsrail'den toprak itirafı...http://www.tumgazeteler.com/?a=2115994
http://www.tumgazeteler.com/haberleri/israil-gap/

"Karanlık Madde Teorisi"



ABD’nin California Üniversitesi astronomların uzay teleskopları Hubble ve Chandra ile bir renklendirme tekniği sayesinde optik görüntüler elde etti. Görüntülerde mavi renkli görülen karanlık madde, hiç durmadan pembe renkli ve özellikle sıcak gazlardan oluşan sıradan madde kümelerinin içinden geçiyor. Güneşin kütlesinden katrilyon kat daha büyük iki galaksinin çarpışması, büyük bir hızla meydana geldi.
Bu büyük hızlara rağmen galaksilerin çarpışması binlerce yıl sürebiliyor. Galaksiyi meydana getiren yıldızlar arası boşluk o kadar büyük ki yıldızlar birbirlerine yaklaşamıyorlar. Ancak tüm bu kümelerin birbirleri içerisinden geçme sürecinde, yıldızlar arası boşlukta yer alan tozlar ve gazlar, kütlesi olan tüm objeler, birbirlerinin çekim kuvvetinden etkileniyor.
Bullet galaktik kümesinde gözlemlenen çarpışma sürecinde, galaksilerdeki toz ve gazların çekim etkisiyle yavaşladığı, ancak -çekimsel görünteleme diye adlandırılan teknikle belirlenen- kara maddenin sadece kendi içerisinde bir etkileşime girdiği, görüntülenebilen maddenin çekim kuvvetlerine verdiğine benzer reaksiyonlar göstermediği ve tozlar ile gazlar gibi yavaşlamadığı gözlemlendi.
Astrofizikçi Marusa Bradac, son gözlemin karanlık maddenin gizemli özelliklerini anlamada anahtar niteliğindeki olduğunu belirterek, “Karanlık madde, evrende sıradan maddeden 5 kez daha fazla” dedi. Bradac, “Bu araştırma, bildiğimizden çok farklı ve bizi oluşturan bir madde ile karşı karşıya olduğumuzu doğruluyor” diye konuştu.
Araştırma, Astrophysical Journal’ın gelecek sayısında yayımlanacak.
.

"Ruh bedenden ayrılırsa"



Londra Üniversitesi ve İsviçre Federal Teknoloji Enstitüsü uzmanları, beyni şaşırtarak "fiziksel bedenin başka bir yerde olduğuna inandırmak" için, sanal gerçeklik gözlükleri kullandı. Bu şekilde yaratılan görsel illüzyon ve bedenlerine gerçekten dokunulduğu hissi, deneklerde "fiziksel bedenlerinden çıktıkları" hissi yarattı.
Gönüllü denekler, sanal gerçeklik gözlükleri takarak, bir çift kameraya arkası dönük durdu. Denekler, bu gözlükler sayesinde, kendi bedenlerinin üç boyutlu arkadan görüntüsünü, kendi önlerindeymiş gibi görebiliyordu. Yanılsama öylesine güçlüydü ki, araştırmacı sanal gövdesine kalemle dokunduğunda denekler kendi bedenleri tehdit altındaymış gibi korkuyordu. Gözlükleri çıkarılan ve birkaç adım geri yürütülen denekler, eski yerlerine dönmeleri istendiğinde ise gereğinden fazla yürüyerek fiziki bedenlerinin değil, sanal bedenlerinin eski pozisyonuna yakın yerde durdu.
.

"Işık hızı aşıldı"

Princeton NEC Enstitüsü’nün uzmanlarından Dr. Lijun Wang, açıklamasında, laboratuvar deneyinin, bir ışık demetinin, içinde özel olarak hazırlanmış sezyum gazı bulunan test ortamına gönderilmesiyle yapıldığını söyledi.
Wang’ın verdiği bilgiye göre, aşırı hassas zaman ölçme cihazlarının kullanıldığı deneyde, ışık demeti, daha sezyum gazlı test ortamına girmeden ortamdan çıktı. Işık demetinin test ortamından çıkıp yoluna 20 metre daha devam ettikten sonra, ortama daha o anda girdiği belirlendi. Wang, bir başka deyişle, ışık demetinin, daha test ortamına girmeden dışarıya çıktığını belirtti.
Test sonuçlarını inceleyen Berkeley Üniversitesi fizik profesörü Raymond Chiao, deney verilerinin “inanılmaz bir duruma işaret ettiğini” söyledi. Bilinen fizik kurallarına göre her türlü veri, en fazla, saniyede 300 bin kilometre olarak kabul edilen ışık hızıyla iletilebildiği gibi, zaman da, bu ışık hızıyla göreceli olarak hesaplanıyor.
Wang’ın deneyinin geçerli kabul edilmesi halinde, fiziğin temel kanunlarından olan ve “nedensiz sonuç olmaz veya bir olgunun sonu başından sonra gelir” şeklinde özetlenebilecek “etki-tepki yasası”nın da yoğun tartışmalara yol açacağına dikkat çekiliyor. Bu durumda, bir olgunun başlamadan önce bitmesinin mümkün olabileceğini belirten kimi uzmanlar, bilinen zaman kavramının “çökeceğini” öne sürerken bazı uzmanlar ise ünlü fizikçinin teorisinin geçerliliğini sürdüreceğini söylüyor.
Bu bilim adamlarının tezine göre, Wang’ın deneyi, şu örnekle açıklanabilir. Camdan dışarı baktığınızda bir adamın buza basarak düştüğünü görüyorsunuz, ama aslında o adam hala yürüyor. İşte bu durumda zamanı geri çevirip o insanı düşmeden önce uyaramayacağınız için Einstein’in teorisi geçerliliğini yitirmeyecek. Lijun Wang’ın araştırmasının ayrıntılarının, ünlü bilim dergisi Nature’ın yeni yayınlanacak sayısında yer alacağı belirtildi.
http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/9380.asp

Işığın boşluktaki hızı ile ışık hızı denktir; ama ışık hızı'nın anlamı yalnızca bu değildir. Görelilik teoremlerine göre ne ışık, ne de herhangi başka bir madde/enerji bu değerden yüksek hızda bulunamaz. Örneğin kütleçekim etkileri de ışık hızında yayılırlar, keza manyetik etkileşimler de öyle. Aslında ışık hızı, evrende nedensellik ilkesinin üzerine kurulduğu bir sabit değerdir ve ışığın burada diğer formlara (manyetizma, kütleçekim gibi) bir üstünlüğü yoktur.
Basındaki "ışık hızı aşıldı" haberleri de bu anlam karışıklığından kaynaklanır. Işık maddenin içinden geçerken yavaşlar; başka bir şey bu yavaşlatılmış ışıktan daha hızlı hareket edebilir. Gazeteci de hemen üzerine atlar: "ışık hızı aşıldı!" aşılan şey ışık hızı değil, ışığın madde içindeki hızıdır.
http://www.itusozluk.com/goster.php/%FD%FE%FDk+h%FDz%FD



17.07.2009

"Yıldız Geçidi Irak"

http://larryavisbrown.homestead.com/files/OT_history/unit4/Unit4b_exile.htm
İştar Geçidi reprodüksiyonu, El Hilla Irakhttp://www.eonimages.com/media/da10470a-3a3e-11e0-b41d-8737aede19bf-daniel-interprets-dream-of-nebuchadnezzar-ii

ISHTAR GATE - BAB ISHTAR
Ishtar-İştar: Kuzey Zazaca'da Astare, Güney Zazaca'da ise İştar'dır ve Türkçe karşılığı Yıldız demektir. İştar, Akad mitolojisindeki bir tanrıça. Sümer mitolojisindeki İnanna'dan türemiştir; İştar'a İnanna'nın Akad mitolojisindeki hali denilebilir. Kökeni kuzeybatı Semitik tanrıça Astarte'ye dayanır. İştar'ın Astarte, Anunit ve Atarsamain olarak anıldığıda olmuştur.
İnanna Utu/Shamash'ın ikiz kız kardeşi, Nanna/Sin'in kızıdır. Enlil'in dünyasında ilk doğan odur. Verilen ilk isimler Sümerce iken ikinciler Akadlar tarafından bu tanrılara verilen isimlerdir.
Tanrıça İştar Venüs gezegenini temsil eder.
İştar'ın batı dillerindeki kullanılan karşılığı, 'yıldız' anlamında 'star' (İngilizce), 'Stern' (Almanca)'dır. Eski dönemlerde batıda, haftanın her bir günü, birine ayrılarak Güneş, Ay ve beş yıldıza (bazıları aslında gezegen) tapılıyordu. 'Saturday' olarak kullanımdaki İngilizce sözcük, Satürn gezegenine adanmıştı.http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0%C5%9Ftar

Nebuchadnezzar II
Nebukadnezar Chaldea hanedanından gelen birden fazla Babil kralının adı olup, özellikle tapınaklar, yollar, sulama kanallarının yanısıra eşinin hatırına Babil'in asma bahçelerini inşa ettirdiği söylenen II. Nebuchadnezzar (M.Ö. 630-561) ...imparatorluğun sınırlarını Suriye'den Mısır'a dek genişletmiş (M.Ö. 605) Kudüs'ü ele geçirerek (M.Ö. 587) halkını tutsak etmiştir. Çeşitli kaynaklarda Buhtunnasır olarak da geçmektedir.
Babil Akadça'da Bâb-ilim ya da Bab-ilu, tanrı kapısı (Gate of God, bab "gate" + ilu "god") anlamında.http://tr.wikipedia.org/wiki/Babil 
İştar Kapısı (kalan parçalardan)reprodüksiyon Bergama Müzesi(Pergamon Museum) Berlin Almanya http://en.wikipedia.org/wiki/Pergamon_Museum Babil harabeleri, Irak