8.09.2009

"AŞI"


Lale Devri’nde zamanın başkenti Edirne’de yaşayan İngiliz İmparatorluğu Sefiri Edward Montegue’nın eşi Lady Mary Wortley Montegue, 1718 yılında bavullarıyla Londra’ya döner. Britanya adası o yıllarda kıtaları dahi aşan ve toplu ölümlere neden olan çiçek hastalığı salgınıyla boğuşmaktadır. Lady Montegue, belki bütün Britanya İmparatorluğu’nu değil, ancak o an için Kraliyet Ailesi’nin nefes almasını sağlayacak bir formülle yurduna dönmüştür. Lady, eşinin sefaret görevi sırasında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tabiplerin çiçek hastalığına çare bulduğunu keşfetmiştir. Önce arkadaşı Sara’ya bir mektupla dönemin ölümcül hastalığı ‘çiçek’ten’ ölenleri sorar. Çaresinin Osmanlı’da bulunduğunu yazar. Dünya tıp tarihine "Aşı - Vaccine - vaccination" ile ilgili ilk kayıtlardan birini de bu mektupla düşmüş olur. Edirne’de saraylarda çiçek hastalığına karşı aşı yapıldığına şahit olan Montegue, İngiltere’yi bu hastalıktan kurtaran formülü de götüren isimdir.
.
Hastalığı geçiren insanların kollarından sıvı alınıp güneşte kurutulduğunu, kuruyan sıvının da sulandırılarak iğneyle cildin çizilip üzerine damlatıldığını anlatır mektupta. Lady, eşinin görevi bittiğinde ise varilasyon adı verilen yöntemle yapılan aşıları ülkesi İngiltere’ye götürür. Aşının ilk defa Osmanlı’dan Batı’ya geçişi de bu şekilde olur. Aşı ile tedaviyi geliştirenlerin Türkler olduğunu kanıtlayan ilk belge işte bu hikaye ile kayıtlara geçer.
.
Aradan bir asır geçer. Louise Pasteur, Fransa’nın ünlü kimyagerlerinden biridir. Kendine ait mütevazı laboratuarında çeşitli çalışmalar yapar. 1885’in Temmuz ayında Fransa’da Jupille isimli bir çocuk, kuduz bir köpek tarafından ısırılır. Pasteur, laboratuarında ürettiği kuduz aşısını ilk defa bu çocuğa uygular ve başarılı olur. Olay akademik çevreler tarafından duyulsa da, “Kuduz’un da aşısı mı olurmuş!” denilerek tıp otoriteleri tarafından hiçbir destek görmez. Fransa hükümetinden de destek alamayan Pasteur’e sadece bir kişi el uzatır. O da zamanın Osmanlı padişahı Abdülhamid’den başkası değildir. Abdülhamit gelişmelere seyirci kalmayıp Pasteur’u çalışmalarını geliştirmek için İstanbul’a davet eder. Pasteur, ihtiyar olduğunu öne sürerek davete icabet etmez. Fakat Abdülhamid’in, ‘Sana üç adamımı göndersem eğitebilir misin?” ricasını ‘Büyük bir şerefle!’ diyerek kabul eder. Tabii bu dönemlerde kuduz Osmanlı’da ölümlere yol açmakta ve insanlar ölmektedir. Abdülhamid hiç vakit kaybetmeden Askeri Tıb Mektebi’nden Zoeros Paşa, Hüseyin Hüsnü ve Hüseyin Remzi Bey’i Pasteur’un yanına gönderir. Gitmeden önce Abdülhamit üç kişiyi yanına çağırarak devletin en yüksek liyakat madalyası olarak bilinen, “ilmiye ve askeriyede mümtaz kişilere” verilen ‘Mecidiye Nişanı’nı’ Pasteur’e vermelerini söyler. Ayrıca Pasteur’e Fransa’da insanların yararına bir ‘Aşı Hayırhanesi’ kurması için de 800 lira gönderir. (O gün o parayla İstanbul’un en gözde semti Bebek’te yaklaşık 160 orta halli ev alınabiliyordu.) Yaklaşık yedi aylık eğitimden sonra, 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa’nın kliniğinde Daûl-Kelp Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kurulur. 1888’in Kasım ayında ise Pasteur, Abdülhamid’in de desteğiyle mütevazı laboratuarını genişleterek bir enstitü kurar.
.
Bugün Sanofi Pasteur, bir asırlık tıp kurumu ve aşı alanında lider. Şirket sadece 2005 yılında yaklaşık bir milyar doz aşı sattı. Dünya genelinde günde 1.5 milyon, yılda 500 milyondan fazla insanın belli hastalıklara karşı bağışıklık kazanmasını sağlayan ‘aşıları’ üretiyor. 1800’lü yıllarda Abdülhamid’in desteğiyle kurulan enstitü, Türkiye’de üretim tesisi kurmak için anlaşma yapma noktasına geldi. Peki bir zamanlar aşıyı Batı’ya duyuran ve Pasteur’e yardım eden Türkiye, dünyada aşı üretiminin neresinde? Sorunun cevabı geçmişin tecrübe ve başarılarına nazaran şimdilik çok da olumlu değil. Çünkü Türkiye aşı alanında iki yüzyıl önce yakaladığı başarısını takip edemedi. Sağlık Bakanlığı, şimdilerde yabancı sermaye iş birliği ile aşı üretimine tekrar geçmeye hazırlanıyor. İlaç alanında dünya devi Pasteur, Merk, GlaxoSmithKline (GSK) gibi yedi firmadan biri Türkiye’ye aşı üretim tesisi kuracak. Bakanlık, alım garantisi vererek yabancı şirketlerin Türkiye’de aşı üretmesine izin verecek. Anlaşma üç yıl için geçerli olacak.
.
Sağlık Bakanlığı’na bağlı Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü 1928’de kurulur. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren (1930) aşı üretimi başlar ve neredeyse bütün ülkelerin aşı ihtiyacı karşılanır. Hatta 20. yüzyılda Çin’de ortaya çıkan kolera salgını için ihtiyaç duyulan aşıların çoğu Hıfzıssıhha’dan gönderilir. Tifo, Dizanteri, Kolera, Veba, Menengokok, Stafilokok, Boğmaca, Brucella, Nezle, Kuduz, Verem, Tetanoz, Difteri, Kızıl, Karma aşı, Tifüs, Çiçek, Grip aşısı gibi birçok aşının üretimi yapılır. Merkez, çağın teknolojilerine ayak uyduramama ve mevcut teknolojileri güncelleme konusunda yaşanılan sıkıntıdan dolayı 1998’de aşı üretimini durdurmak zorunda kalır. Bugün birçok kişi Hıfzıssıhha’yı kapatmak yerine yatırım yapılıp yenileme yoluna gidilseydi dünyada (BCG) verem aşısı üreten beş merkezden birinin Türkiye’de olacağını ileri sürüyor. Bütün bunlara rağmen merkezde halen akrep, difteri ve tetanoz serumu üretiliyor. Türkiye’ye gelen ithal aşıların tamamının kontrolü yine laboratuarlarında gerçekleştiriliyor.
.
Türkiye sahip olduğu genç nüfusu göz önünde bulundurarak kızamık, difteri, boğmaca, tetanoz gibi aşıları bulmak veya üretmek zorunda. Çünkü her yeni birey aşılama takvimine girecek, koruyucu sağlık hizmetler kapsamında da aşılanmak zorunda. Yılda 1.3 milyon bebeğin dünyaya geldiğine dikkat çeken Enfeksiyon Hastalıkları Derneği, aşılama yapılmaması halinde her yıl 100 bin bebeğin ölebileceğine işaret ediyor.
.
1930’lu yıllarda 104 kalem aşı ve serum üreten Hıfzıssıhha bu faaliyetini 70 yıl sonra neden devam ettiremedi? Ahmet Aksu, Türkiye’de ve dünyada bir aşı mafyasının olduğunu iddia ederek, “Üç beş firma aşı piyasasını elinde bulunduruyor.” diyor. Ona göre Türkiye’de yerli ilaç sanayii giderek azalıyor. Bunun nedeni ise aşı üretimini gerçekleştirecek kişilerin yabancı sermayeye bağlı kalması. Bakanlığın uygulamaya koymak istediği projeyi doğru bulmadığını söyleyen Aksu, “Gelecekte ne olacağını bilmiyoruz. Türkiye kendi ilacını da, aşısını da üretmeli. Üretenler yabancı sermaye. Yarın bir gün ilaçsız ve aşısız kalırsak ne yapacağız?” diyerek endişesini dile getiriyor. Aksu, ilaç ve aşı sanayiinin tamamen yabancı sermayeye devredilmesine karşı çıkıyor.Türk Sağlık-Sen Genel Başkanı Önder Kahveci de aşı piyasasının yabancı tekelinde bulunduğunu iddia ediyor. Türkiye’de aşı üretimi için devletin etkin bir rol oynamasını isteyen Kahveci, bunun için bir an önce Hıfzıssıhha’nın eskiden olduğu gibi aşı üretimine geçmesini istiyor.
.
Devlet uzun süreli alım garantisi vermediği müddetçe yerli sermaye aşı üretmeye yanaşmıyor. Ayrıca aşı sanayiinde belli bir dönem satış yapılmadığında iflas söz konusu olabiliyor. Aşı üretimi için alt yapının olmaması da halen üretim yapan Türk ilaç sanayiindeki yerli sermayenin bu işe girmeme nedenleri arasında. Çünkü aşı alt yapısını, üretim tesislerini kurmak aşı üretmekten daha zor. Türk Sağlık-Sen Başkanı Kahveci’ye göre Türk müteşebbisin bu işe girmemesinin asıl nedeni sektörün tamamının yabancıların elinde bulunması.
.
10 yıl önce 25 aşı araştırma ve üretim merkezi varken bu sayı altıya düşmüş. Bugün çoğu aşının keşfi ve üretimi de bu yedi firmanın elinde. Pasteur, Chiron, GSK, Sanofi-Aventis, Merck, Sharp&Dohme (MSD) Solvay ve Wyeth. Ayrıca birçok ülkenin de aşı ihtiyacını bu firmalar karşılıyor. Firmalar insan hayatına katkıda bulunacak birçok aşı için yüksek miktarda yatırım yapıyor.
.
1890’da, Türkiye’nin ilk mikrobiyoloğu olan Dr. Hüseyin Remzi Bey’e çiçek aşısı üretim yeri kurması için görev verilir. Temmuz 1892’de çiçek aşısını Mekteb-i Tıbbiye Askeri Şahane’nin bahçesinde üretmeye başlar. 1893’te difteri serumu, 1897’de de dünyada ilk defa sığır vebası serumu hazırlanır. 1911’de tifo, 1913’te kolera ve dizanteri aşıları üretilmeye başlanır. 1928’de halk sağlığı alanında hizmet veren en yetkili kurum ‘sağlığın korunması’ anlamına gelen ‘Hıfzıssıhha’ kurulur. Dünyada ilk defa tifüs aşısını Dr. Reşat Rıza bulur, ilk üretip uygulayan kişi de Tevfik Sağlam’dır. 1936’da 17 tip aşı üretilir ve başka ülkelere de ihraç edilir. 1953’te verem ve influenza aşıları üretim laboratuarları Dünya Sağlık Örgütü tarafından kabul edilir ve örnek iki tesis olarak gösterilir. Türkiye’de ilk defa aşı üretimini gerçekleştiren Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi 1998 yılına geldiğinde sahip olduğu tesis ve laboratuarları kapatmak zorunda kalır. Sebepse gelişen teknolojiye ayak uyduramamadır.
.
Tarih 1998… Ramazan Bayramına bir gün kala. Diyarbakır İl Sağlık Müdürlüğü çalışanları 9 günlük bayram tatiline çıkar. Bir personel, gerekli kontrolleri yaptıktan sonra 9 günlük bayram tatili süresince elektrik tasarrufu yapmak amacıyla buzdolabının fişini çeker. İçinde, Türkiye'nin belki de 'son' ürettiği aşıları unutarak. Aslında, o personel o gün sadece buzdolabının fişini değil, farkında olmadan Türkiye'nin aşı fişini de çekmiştir. Tatil dönüşü, buzdolabındaki aşıların bozulup bozulmadığını anlamak üzere, numuneler Hıfzıssıhha’ya gönderilir. Yapılan incelemede, bu serideki aşıya "artık nem miktarı fazla" gerekçesiyle izin verilmediği anlaşılır. WHO direktifleri gereği, bir aşı ile ilgili olarak son söz sahibi üretimi gerçekleştiren laboratuardır. Fazla olan nemin, aşının raf ömrünü etkilediğini bilen üretici laboratuar da son kullanma tarihi olarak altı ay vermiştir. Bu durum medyada "Hıfzıssıhha'nın bozuk aşıları Kürtler üzerinde deneniyor!" gibi birçok asılsız habere yol açar. Yaşanan bu olay üzerine, laboratuarlar kapatılır ve aşılar imha edilir.
.
AŞI 80 YIL, İLAÇ ÜÇ YIL ÖMÜR UZATIYOR!
Her yıl beş yaşın altında 1,4 milyon çocuk önlenebilir hastalık yüzünden hayatını kaybediyor. Kızamık, kızamıkçık, kabakulak, difteri, tetanoz, boğmaca, hepatit, çocuk felci ve daha birçok hastalık hayata yeni adım atan çocukların sağlığını tehdit ediyor, sakat bırakıyor. Hastalığın bir kişiden diğerine yayılımını önleyerek toplum sağlığını koruyan aşı her yıl dünyada üç milyon kişinin hayatını kurtarıyor. Aşılanmadığı için aşı ile korunabilir hastalığa yakalanan kişinin ilaçla tedavi edilmesinin maliyeti çoğu zaman aşı maliyetini binlerce kat aşıyor. Çocuklara uygulanan aşı sayesinde bir hastalığı önlemek bir kişiye 70-80 yıl sağlıklı yaşama imkanı verirken aşılara göre çok daha pahalı olan ilaçlarla insanların ömrü 3-5 yıl uzayabiliyor.
.
ABDÜLHAMİT’İN PASTEUR’A GÖNDERDİĞİ 800 LİRANIN HİKAYESİ NASIL ORTAYA ÇIKTI?
2002 yılında Hıfzıssıhha Başkanı Dr. Mustafa Aydın Çevik, enstitünün tarihiyle ilgili bir çalışma yapılması için Hıfzıssıhha çalışanlarından birine görev verir. Görevi büyük bir memnuniyetle kabul eden kişi için bundan sonra her bilgi kafasında oluşacak bir fotoğraf demektir. Önce araştırmaya başlar, sonra da belgeleri bulmak için yola koyulur. Tabii bunların hepsini kendi bütçesinden harcayarak…
Önce Almanya'daki Emil Adolf Von Behring Enstitüsü temsilcileri ile görüşerek, Alman Bilim adamı Behring ile ilgili dokümanları alır. Fransa'ya giden bir arkadaşının vasıtasıyla da Pasteur Enstitüsü'ndeki belgelere ulaşır. Osmanlı'nın dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için çıkardığı nizamname ve Abdülhamit'in Pasteur'e gönderdiği 800 liranın belgesi. 24-27 Mayıs 2006 tarihlerinde, Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesince düzenlenen 9. Tıp Tarihi Kongresinde "Türkiye'de Aşı-Serum Üretiminin Tarihçesi" adlı posterle başarı ödülü kazanmıştır. http://www.aksiyon.com.tr/detaylar.do?load=detay&link=20531
.
...Türkiye'de halen aşı üretimi yapılmıyor. Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezinde sadece akrep, difteri ve tetanoza karşı antiserumlar üretiliyor.http://www.haber7.com/haber/20091020/Turkiyeden-asi-uretimi-ile-ilgili-dev-adim.php